30 Ekim 2008 Perşembe

Yılbaşı Gecesi Düşlerim

"İyice şaşırdın! Daha iki koca ay var yeni yıla. Bu çam ağacı da nedir?" demeyin lütfen! Geçen gün gittiğim bir alışveriş merkezinde çam ağaçlarının şimdiden satışa sunulmaya başlandığını gördüğümden beridir aldı beni bir heyecan. İçim kıpır kıpır, çocuklar gibi şen. Ne kadar "yahu dur biraz sakin ol" desem de imkanı yok. Hemen sarıldım telefona, paylaşmam lazım heyecanımı.

Yılın en sevdiğim dönemidir yıl sonunun yaklaştığı dönemler. Işıl ışıl süslenmiş o ağaçları nerde görsem bir çoşkudur alır beni. Pastane önlerinden geçmeyegöreyim. Hep alışkın olduğumuz o kurabiye ve çörek kokuları bu kez daha bir efsunlu, daha bir tutkulu... Mutfaklara gelen o gece ne pişirsek, nasıl bir sofra kursak heyecanları... Gönül alma niyetinde çam sakızı çoban armağanı yürekten kopup gelmiş minik süprizli hediyeler... Hele bir de rengarenk süslenmiş bir çam ağacınız ve altında da tüm ağacı yusyuvarlak çevreleyen bir oyuncak treniniz varsa... Benim daha güzel bir yeni yıl hayalim yok, sizin var mı bilemem.

Ben oyuncak trensiz bir ağaç düşleyemiyorum. Aslında ben değil biz demeliyim. Çünkü bu benim değil, bizim hayalimiz:) Kısa bir zaman içinde 'bizim' diyeceğimiz o minik sırça köşkümüzde, girilecek her yeni yılda bize, dostlarımıza, ailemize, sevgimize, mutluluğumuza eşlik etmesini hep hayal ettiğimiz ikilidir ağaç ve oyuncak tren. İkimizin de çocukluk hayallerini süslemiş o trenin, bizim olacak gelecekte mutlulukla bize eşlik etmesidir her hayalde düşlediğim.

Hatta yazdığım ve bu sayfalarda da paylaştığım bir öyküme bile konuk olmuştur bu oyuncak tren tutkum. O öyküye mutluluktan çok hüzün hakimdir gerçi ya, benim için ikisi, yani mutluluk ve hüzün arasında zaten hep tek bir adımlık incecik bir çizgi olmamış mıdır?

Kaç gün geçti üstünden ağaçları göreli, hala heyecanlıyım. Öyle ki, üzerine iki satır yazmadan da duramadım. Biliyorum daha iki ay var ama şimdiden hissediyorum ki 2008'i güzellikle uğurlayacağım hayatımdan. Özellikle son çeyreğinde hayatıma getirdiği güzelliklere/güzel insanlara çok iyi bakacağıma, mutlulukları 2009'a da taşıyacağıma, ama olur da 2009'u daha çok seversem sakın ola ki bana darılmaması gerektiğini de söyleyeceğim.

Resmen yıl sonu yazısı gibi oldu ama içimden geldi yazdım, yasak değil ya:)

27 Ekim 2008 Pazartesi

Yazmak Yasak, Okumak Yasak, Yemek Yapmak Yasak, Yasak, Yasak, Yasak...

Perşembe gecesi "Siyasette Ruj Lekesi" başlıklı yazımı yazdım, yayınladım ve uykunun beni çağıran cilveli sesine karşılık verip yatağıma kıvrıldım. Sabah kalktığımda "acaba gece gece o uykulu halimde saçmaladığım cümleler var mı acep" diye yazıyı bir kere daha okumak için siteye girdim. Sonra da bir kere gün içinde gelen yorumları okumak için girdiğimi hatırlıyorum. Sonra saatler akşamı gösterene kadar bir daha Bir Dilim Sohbet semalarına uğramak pek nasip olmadı.

Ama beni nasıl bir süprizin beklediğini bilmiyormuşum meğerse. Bilsem o kadar bekler miydim? Cuma akşamı bir girdim ki "Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir" yazısı... Gözlerim okuduğuma anlam verememenin şaşkınlığıyla iki misli büyüdü. Önce aklıma erişimi engellenenin sadece benim sitem olduğu geldi. Nasıl yani dedim. Kadınlarla ilgili yazıma mı tahammül edememişlerdi yoksa? Bıyık burma siyasetenin mensupları kadın siyasetçileri de kendilerine benzetip eleştirmeme mi kızmışlardı? Tabi ki bunlar aklımdan, başka bir blogun adresine girmeme yetecek kadar kısa bir zaman içinde geçti. Diğer arkadaşlarımın da benzer bir muameleye tabi tutulduğunu görünce sorunun benim "Ruj Lekesi"nde olmadığını anladım. Ama bu sefer sinirim kat be kat arttı.

Bunlar, bu konuyla ilgili yazabileceğim en kibar ifadeler. Yoksa cuma gününden beri bu konu açıldığında kendimi en sunturlusundan kelimelere bırakmadan edemiyorum. Çok sinirliyim çok! Hayır, hayır, sinirli değilim. Sinirli kelimesi hissettiklerimi ifade etmek için çok masum kalıyor. Öfke? Hayır, öfke de değil. Daha, daha, çok daha fazlası...

Daha Josè Saramago'nun Görmek isimli kitabını yeni bitirmişken böylesi bir ayıba, suça maruz kalmak nasıl da ironik... İsmi ve coğrafyası belli olmayan ama demokrasiyle yönetilen bir ülkede birkaç yılda bir sürekli tekrarlandığı üzre seçim dönemi yeniden gelip çatar. Ama bu seçimin öncekilerden çoook farklı bir seçim olduğu, akşam olup da sandıklar açılmaya başlanınca anlaşılır. Ülkenin başkenti olan şehirdeki seçmenler yüzde 89 oranında boş oy kullanmışlardır, yani ne sağı, ne solu, ne merkezi, hiç bir partiyi kendilerini yönetmeye layık görmemişlerdir. Ve üstelik bu durum, her ne kadar ülkeyi yönetenler bunun böyle olamayacağını ilan etseler de, tamamen örgütsüz bir şekilde gerçekleşmiştir. Tabi bütün partiler, başta hükümet olmak üzere paniğe kapılırlar. Her ne kadar boş oy atmak anayasal bir hak olarak görülse de, bunun böylesi bir orana varmasını demokrasinin altına koyulmuş bir dinamit olarak algılarlar. Dolayısıyla bir an evvel bu durumun önüne geçilmesi gerekmektedir. Yasaklar gelmeli, halkın içine bu organizasyonun sorumlularını bulmak için ajanlar sokulmalıdır. Ve işler öyle bir noktaya gelir ki, demokrasi ile faşizmin arasında hiçbirimizin tahmin edemeyeceği kadar ince bir çizginin olduğunu farkederiz.

Bu ülkede yaşadıklarımızın da artık demokrasiyle falan ilgisini olmadığını artık farkına varalım! Bu son yasaksa ilk değil, bu faşist kafaların onlarca icraatından sadece bir tanesi. Bu ülkede hala karakollarda işkenceden insanlar ölüyor. Blogları mı kapatmayacaklar? Yazık, çok yazık!

23 Ekim 2008 Perşembe

"Siyasette Ruj Lekesi"

Öncelikle söyliyeyim, bu başlık bana ait değil. Elif Şafak'ın Amerikan başkanlık yarışında önemli noktalarda bulunan kadınları değerlendirdiği yazısında kullandığı başlık. Ama ifade ettiği anlam açısından çok hoşuma gittiği için buraya da taşımak istedim.

Resimde görülen üç kadın, soldan sırayla Michelle Obama, Sarah Palin ve Hillary Clinton. Michelle Obama malum başkan adayı Barak Obama'nın eşi. Sarah Palin Cumhuriyetçi başkan adayı McCain'in başkan yardımcısı adayı. Hillary Clinton'ı da tanımayan kalmadı, fazla söze gerek yok. Hangi kadını daha çok sevdiğimi, hangisinin siyasetini desteklediğimi anlatmak falan değil bu yazıdaki amacım. Başlıktaki anlamdan da çok açık anlaşılabilecek bir şeyden, 'siyasetteki ruj lekesi'nden bahsetmek istiyorum biraz. Yani kadınlardan... Hangi partiden, hangi görüşten, hangi ideolojiden olursa olsun kadınlardan...

Bir kadını sadece kadın olduğu için, hayat duruşuna, görüşlerine, sahip çıktıklarına bakmadan körlemesine destekleyecek kadar cinsiyet takıntılı bir insan değilim. Ama bir de tersten okursak, bir kadının, hayat duruşu, görüşleri ve sahip çıktıkları benimsenmesine rağmen sadece kadın olduğu için kösteklenmesine karşı çıkacak kadar da cinsiyet takıntılıyım.

Ama beni çok daha fazla rahatsız eden bir durum var ki, ne zaman kadınların siyasetteki konumları tartışılsa aklıma gelip sürekli beni sinir eder. Nicelikten çok nitelik arayan bir insan olduğum için hep gözüme batar. Artık çok fazla geri kafalı ve kadınları ikincisi sınıf vatandaş olarak gören bir zihniyete mensup olmayan herkesin kabul ettiği bir şey var ki, kadınların siyasetteki yeri çok daha artmalı, göstermelik bir iki milletvekili adaylığının ötesine geçmeli. Peki kabul! Ama neden bizim kadın siyasetçilerimiz bir 'kadın/kadın' örneği değil de, hep 'erkek/kadın' örneği olmak zorunda? Kadınların takım elbisesi olsa aynen böyle olurdu diyebileceğim tarzda aşırı soğuk, resmi, kadınlıklarından zerre kadar bir iz taşımayan (burda dekolteyi falan kasdettiğim sanılmasın, kadınlık dekolte göstermenin çok ötesinde bir zerafettir) kaba kıyafetler giymek zorundalar? Zaten yeteri kadar kadın siyasetçinin önünü açmıyoruz, yetiştirmiyoruz, seçmiyoruz ama seçtiklerimiz bile adeta birer 'erkek/kadın' örneği. Asık surat, sıfır makyaj, hiç bir estetiği olmayan beden hareketleri...

Üstelik bu durumun ne bir partiyle, ne bir ideolojiyle ilgisi var. Partiler üstü bir genel kabul hali bu. Zaten bu kadar 'genel' olmasa ve bir iki 'özel' örnek üzerinde kalsa sorun olmayacak, kişisel tercihler denilip geçilecek. Ama öyle mi? O nedenle bizim siyasetimiz ruj lekesi noktasından çok uzak, hala bıyık burma siyasetinin sığ sularında debeleniyor.

Bu nedenle Amerika'daki başkanlık yarışı süreci, bu sefer çok fazla kadın figürünün ortaya çıkmasından dolayı dikkatle izlemeye çalıştığım bir süreç. Örneğin Sarah Palin... Hayat görüşü ve siyasi duruş olarak birbirimize tamamen ters olan noktalarda dursak da bana kadın olduğunu hissettiren bir duruşu olduğunu söylemeden edemem. Çünkü kadın olmanın, ben pek dahili olmasam da daha muhafazakar, her şeyin üzerinde annelik yanını en ön plana çıkarmayı tercih eden ve aileyi her şeyin üzerine koyan bir halini temsil ettiği bir gerçek. Örneğin kürtaj karşıtı kampanyaların en baş saflarında yer alan Palin, ilk aylarında Down sendromu olduğunu öğrendiği bebeğini (beşinci çocuğu) 2008 yılında dünyaya getirmeyi tercih etmiş. Bu benim bir kadın olarak o çocuğa yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biri olacağını düşündüğüm için kesinlikle karşı olacağım bir durum olsa da, biliyorum ki çok kadın da onun gibi düşünüp tercihini çocuğunu dünyaya getirmekten yana kullanabilir. Bu anlamda aile kavramı, sağlıklı olsun olmasın benim bir çocuk dünyaya getirmemi sağlayacak kadar 'kutsal' olamaz, çünkü bu benim kutsallık anlayışım içinde yer alamaz. Ama dediğim gibi ben ne düşünürsem düşüneyim, bu bir kadınlık halidir ve kadınların arasında da böyle düşünenler vardır ve Sarah Palin de o kadınların bir temsilcisi olabilir.

Ya da Hillary Clinton... Hem kişisel hayatında yaşadıkları hem de politik yaşamındaki duruşuyla en çok kadınlığı üzerine belden aşağı oynanan siyasetçilerden biri olsa gerek. Çok şeyini çoğu zaman eleştirsem de, ekran karşısında özel hayatıyla ilgili bir soru üzerine ağlayabilmesini, sürekli alay konusu yapılan kalın ayak bilekleriyle dalga geçecek kadar bedeniyle barışık olabilmesini ve başkan aday adaylığı süresince bir kadına yapılabilecek en ağır saldırılara rağmen güçlü bir şekilde ayakta durabilmesini takdirle izlerim. Çünkü diyorum ya, bazı şeyler politika üstüdür benim için. O insanın hangi partiden, neyin temsilcisi olduğunu düşünmeden, sadece O'nu gözlemeye çalışırım bazen. Bu anlamda, güçlü ama kendi içinde çok fazla çelişkileri olan, fazla akılcı bir kadın modelidir gözümde Hillary Clinton. Ama çoğu zaman çelişkiler bile çok çekici olabilir bir kadın için. Her kadın, kocası kendisini aldatırsa o ilişkiyi bitireceğini söyler ama bir gün gerçekten başına gelirse kendisiyle çelişip 'bir şans daha' diyebilir. Hayat, tutarlılık denen o erdemi tam ortasından kırıp geçecek kadar yıkıcı olabilir bazen.

Son söz: Evet, ben siyasette daha fazla kadın olmasını istiyorum. Ama kadınlıkları sadece nüfus cüzdanında yazan kadınlar değil kasdettiğim. Erkek gibi kadın değil, kadın gibi kadınlar istiyorum!

21 Ekim 2008 Salı

Yeşilçam Sineması... Beyoğlu'nda Bir Film Odası

Alışveriş merkezlerinde artık son derece konforlu sinemalar var, biliyorum. Ama benim için sinemaya gitmek demek sadece 'film izlemek' eylemini gerçekleştirmekten ibaret olmadığı için o şıkır şıkır konfor bana pek hitap etmiyor açıkçası. Aradıklarım, peşinde olduklarım biraz daha farklı... Belki bir parça nostalji, biraz da tüm keşmekeşiyle kent havası...

Bir filmden çıktığım zaman direk sokaklara karışmak isterim ben. Hele de izlediğim film içimde hala son bulmamışsa, kendime gelmek için, düşünmek için biraz zamana ihtiyacım varsa, dolaşmak isterim, kaybolmak isterim o kalabalıkta. Ama aynı duygular içinde bir alışveriş merkezi sinemasından çıktığımda, çoğu zaman öncelikle hangi alışveriş merkezinde olduğumu kavrayabilmek için zamana ihtiyacım olur. Herbiri birbirine benzediği için alışveriş merkezlerinin ve ben o film boyunca o ândan çooook başka diyarlara gitmiş olduğum için bazen şaşırdığım olur ben nerdeyim şimdi diye. O idrak dakikalarında,o ışıl ışıl ışıkların altında filmin tüm etkisi uçup gidiverir üstümden. Halbuki bir filmin bendeki cümlelerini yakalayabildiğim anlar özellikle filmden çıktıktan sonraki o ilk dakikalardır.

Sonra, çıktığım filmin atmosferine uygun bir kafeye gidip bir nevi daha da çok yaşamak isterim izlediklerimi. Filmde dikkatimi çeken bir detayı yaşarım belki. Bir karakterin içmeyi alışkanlık edindiği bir kahveyi yudumlamak, o film sayesinde öğrendiğim bir lezzeti tatmak ya da filmde bahsi çok geçen bir kitabın peşine düşmek gibi. Hiç unutmuyorum, 2005 yılındaki İstanbul Film Festivali'nde Güney Kore Sineması'na ayrılmış özel bir bölüm vardı ve neredeyse o bölümde yer alan tüm filmleri izlemiştim. Sonrasındaysa çıkışta soluğu istisnasız, Beyoğlu'ndaki yeni keşfim minik Japon lokantasında aldığımı hatırlıyorum. Uzak doğu mutfağına ait pek çok lezzeti o yıl o filmler sayesinde keşfetmiştim.


İşte tüm bu nedenlerden ötürü de tercihim sokak sinemaları... Ben öyle demeyi tercih ediyorum aslında, bana daha samimi geldiği için... Ama aralarında bir tanesi var ki, kapısından girdiğiniz anda içinden geldiğiniz dışardaki dünya orada, olduğu yerde yani dışarda kalıyor. İçerideyse bambaşka bir dünya var. Nasıl bir dünya mı? Şöyle anlatmaya çalışayım: minik bir kafeterya ve üç-dört adet masa ile eski tip koltuğun bulunduğu ufak bir kabul salonunun bütün duvarlarının, yukardaki resimlerde sadece bir parçası yer alan yekpare bir kolajla kaplı olduğunu hayal edin. Yeşilçam Sineması'nın efsane olmuş filmlerinden efsane olmuş sanatçıların birbirinden özel resimleri, çok hoş bir dizaynla birbirine eklenip yapıştırılmış ve ortaya çok etkileyici bir duvar kağıdı kolajı çıkmış. Ve tabi ki sinemanın adı da tüm bu resimlerden anlayabileceğiniz gibi Yeşilçam Sineması...

Böyle hoş bir karşılamadan sonra bir yan odada sanki kendi oturma odanızdaymışçasına samimi bir ortamda izliyorsunuz filminizi. Üstelik de sinemanın politikası gereği, bütün salonlarda gidip izleyebileceğiniz türden filmler yerine daha çok, düşük bütçesi gereği fazla vizyon şansı bulamayan ama özellikle sinefillerin kaçırmaması gereken türden filmler seçiliyor ki, hiç dikkatimi çekmemiş, çok az insanın bildiği/izlediği pek çok şahane film izlemişimdir o minicik sinema odasında.

Arada, geçmiş yıllarda çekmiş olduğum fotoğrafları dönüp dönüp karıştırmayı çok severim. İyi bir fotoğrafçı olmasam da, fotoğrafladığım karenin o ânını çok iyi hatırlarım. Hangi gün nerde nasıl çektiğimi, yanımda kimler olduğunu vs... Şimdi yeniden fotoğralarım arasında dolanırken bu iki resimle karşılaştım, o güne gittim, bu büyülü sinemaya gitmeyeli benim için uzun sayılabilecek bir zaman olduğunu farkettim. Ve bu güzel sinema üzerine iki satır karalamak istedim.

Haftasonu yapılacaklar listesinin ilk sırası belli oldu sanırsam:) Tabi ki yine Beyoğlu, hep Beyoğlu...

Uluslararası Arkadaşlık Ödülü

Sevgili Özlem, Zerrin ve Banu tarafından aldığım, blog maceramın bu güzel ödülü için çok teşekkür ediyorum arkadaşlarıma.

Bloglar arası yapılan ve çoğunlukla dünya çapındaki blog arkaşlarınızı tanıtmak amacı taşıyan bir faaliyetmiş bu anladığım kadarıyla. Sizin için önemli olan blog arkadaşlarınızı tüm okuyanlarla bir kalemde paylaşmak bir nevi... Gerçi yan tarafta takip etmeye çalıştığım blogların bir listesi bulunsa da, ben daha çok bir paylaşım içinde olduğum arkadaşlarımı yazmaya çalışacağım. Unutup da atladığım olursa şimdiden affola!

http://www.sibelinkahvesi.blogspot.com/

http://www.ucanmarti.blogspot.com/

http://www.ordanburdanhayattan.blogspot.com/

http://www.mutfaktazen.blogspot.com/

http://www.babiseyemekler.blogspot.com/

http://www.burcuca.blogspot.com/

http://www.sarhosbalikvetopalmarti.blogspot.com/

http://www.gununcorbasi.blogspot.com/

http://www.birdutmasali.blogspot.com/

http://www.aslininmutfagi.blogspot.com/

http://www.neslihanincikolatafabrikasi.blogspot.com/

http://www.defneyleyasamak.blogspot.com/

http://www.aydanatlayankedi.blogspot.com/

17 Ekim 2008 Cuma

Filmekimi'nin Ardından...

Evet bitti. Yedi gün boyunca içimi titreten bir dolu filmle yüklü bu mini festival bu sene de sona erdi. Sayılı gün çabuk geçer, hele de bu sayılacak günler iki elin parmakları kadar bile değilse çok daha çabuk geçer. Geçer de, ya sonrasında arkasında bıraktıkları?

Bir hafta boyunca Beyoğlu'nun en güzel sinemalarından biri olan Emek Sineması'nı mesken edinmek, yer gösterici amcalarla ahbap olmak, sinemanın yanında su satan teyzenin istisnasız gülümseyen gözleri ve nur yüzüyle karşılaşmak, yüzleri gide gele aşina gelmeye başlayan festival takipçilerini tanımaya başlamak, her filmden sonra sarhoş olmuş bir berduş gibi kendini İstiklal'in kalabalığına bırakmak... Bütün bunlar Beyoğlu'nda geçen bir festival haftasından geriye kalanlar...

Yine ömrüm boyunca unutmayacağım, her birini film arşivime eklemek için ciddi aramalara gireceğim, edindikten sonra ara ara ruhumun ihtiyacına göre seçip tekrar tekrar izleyeceğim filmler izledim. Aralarında vizyona girecekler de var; Körlük, Vicky Christina Barcelona, Rüya, Beşir'le Vals, Zamanın Külleri gibi... Kesinlikle not edip vizyonda kaçırmamanızı tavsiye ederim. Daha çok film var tavsiye edeceğim ama vizyona girer mi? Yürekten bir "KEŞKE" diyorum...

Ama bir film var ki, daha önceki yazımda da sözünü etmediğim için şimdi üzerine iki satır karalamak istiyorum. Yönetmen Anna Melikyan; başrol ise bendeniz, pardon yani Masha Shalaeva. Filmi izlerken o kadar çok, neredeyse kendi iç dünyamdan kopya edilmiş kare ile karşılaştım ki, hep bir nevi kendimmişim gibi izledim Masha Shalaeva'nın oynadığı Alisa karakterini.

Gerçeklerini hayalleri ile birleştiren ufak bir kızdır Alisa. Ancak bu şekilde yaşayarak mutludur. Öyle ki, annesi Alisa'ya, denize girdiği bir gün bahriyeli olan babasıyla sahilde karşılaşıp birlikte olması sonucu hamile kalmıştır. Yani durum, tabir-i caizse 'bir gecelik' hatta 'bir anlık' aşktır. Ama Alisa için bu durum bambaşkadır. Alisa, denizleri kendine mesken edinmiş, o sahil senin bu sahil benim dolaşan bir denizkızı olan annesi ile yakışıklı bir denizci olan babasının aşkı sonucu dünyaya gelmiş olduğunu hayal etmektedir. İlk zamanlar bu kızın naifliği insanı güldürecek kadar şirin olsa da, zaman geçip Alisa'nın büyüdüğüne şahit oldukça aslında hayal dünyasının, sahip olduğu en önemli zenginlik olduğunu anlıyoruz. Hele de filmin yüzünüzde tokat gibi patlayan final sahnesinden sonra gülmek mi, ağlamak mı istediğinize karar veremeyeceksiniz.

İstanbul'un ve sonbaharın keyfini dolu dolu içime çekmemi sağlayan bir hafta daha geride kaldıktan sonra İstanbul'la söyleştik yine kendi aramızda.

- Böyle güzelliklerin de olmasa, aramıza hep mesafeler girecek be İstanbul'um. Sen bana küs ben sana küs, dolanıp duracağız. Ne olur hep güzel yüzünü göstersen, sivri tırnaklarını üzerime geçirip de kanatıp kanatıp durmasan ruhumu...

- Yıllardır "gülü seven dikenine katlanır" diye diye sevdiler beni. Aşk ve nefret gibi, siyah ve beyaz gibi... Hep bu çelişkilerimden beslendi, ilham aldı şiirlerim, romanlarım, öykülerim... Yorduğum kadar dinlendirmesini de bilirim ama istemesini bilene... Bu arada... Pazar günü Woddy Allen uyarlaması "Tekrar Çal Sam" oyununa bir çift biletim var. Hoşuna gider diye düşündüm. Ne dersin?...

- Oh be, derim, oh be...

- o -

Not: Fotoğrafta görülen portakalın ne bu yazıyla ne de filmlerle hiç bir ilgisi yok aslında. Ören'de yıllar evvel ellerimle diktiğim portakal ağacının meyvelerini birkaç senedir değil yeme, görme fırsatı bile bulamadığım için annemler gelirken sırf benim için bir tane koparıp getirmişler. Bir haftadır gidip gelip kokluyorum. Nasıl güzel kokuyor bir bilseniz. Biraz kızarsın diye sürekli cam önünde duruyor ama ben fotoğraf çekerken öyle işveli bakıyordu ki, onu da resme almadan edemedim:)

14 Ekim 2008 Salı

30'a İki Kala

Dün yepyeni taptaze bir dilim daha kestim hayattan. Mumlarımı üfledim. Bol bol dilek diledim. Hepsinin gerçekleşmesi için içimden dua ettim. Giden yaşıma sonsuz teşekkürlerimle salladım elimi. Kimi zaman fena halde üzmüş olsa da beni, o günleri değil sadece güzelliklerini hatırlayacağım bilesin dedim. Gider ayak aldık birbirimizin gönlünü.

Ama tabi ki her zaman olduğu gibi giden değil, gelen itibarlıydı dün gece de. Tüm o güzel dilekler, olması istenenler geleceğe dair olduğuna göre nasıl itibarlı olmasın ki?

Benden habersiz o koca masanın etrafında toplanan dostlarımı da, orada olmak isteyip olamayanları da çok çok seviyorum. Hiç unutmayacağım bir gecenin kahramanlarıydılar. Hepsi bir daha aynı masa etrafında ne zaman toplanır diye düşündüğümü hatırlıyorum o eğlencenin arasında bir ara. Nitekim çok yakın bir zamanda uzaklara uğurlayacaklarımız var aralarında...

Tek başıma bir doğum günü çocuğuymuş gibi her şeyi sahiplenmek de olmaz tabi. Benim kadar dün gecenin başrolünde olan bir isim daha vardı. Aynı günde doğmuş olmaktan, çok benzer zevkleri paylaşıyor olmaktan, kısacası hayatta pek çok konuda aynı dili konuşabiliyor olmaktan mutluluk duyduğum dostum Hovsep... Yıllardır 13 Ekim'de ikimiz için hazırlanıyor o sofralar... İkimiz için bir araya geliyor dostlar... Kendi doğum günümde bir dost için hediye almanın keyfini zevkle yaşıyorum sayende... İyi ki doğmuşuz arkadaşım, iyi ki tanışmış, iyi ki dost olmuşuz...

Dün bir tanesi ayarlanmış bir tanesiyse tamamen süpriz bir güzellik daha sundu yeni yaşım bana. Uzun zamandır sadece satırlarla tanışıp sohbet edebildiğim ama her satırın, içimde acil bir tanışma güdüsü uyandırdığı bir dostla tanıştım. Beyoğlu'nda İstiklal'e tepeden bakan bir kafenin cam kenarında caddenin kalabalık düzeninden keyif ala ala saatlerce sohbet ettik, orasından burasından tutup hayatı çekiştirdik. Mutlu bir gülümseme ve daha nice görüşmeler üzerine dilekler paylaşıldıktan sonra farklı yönlere doğru ayrılırken koca bir gülümsemeydi benim yüzümde asılı duran.

Süpriz olan hoşluk ise, gece yarısı eve döndüğümde mailimde asılı duran güzel bir mesajdı. İncelikli bir yüreğin sahibi tarafından yazılmış bir iyi doğdun, iyi ki varsın mesajı... Hiç beklemediğim bir anda, uyku beni delicesine kendine çağırırken ayılıverdim bir anda. Gerçekten iyi ki doğmuşsun be Zero deyiverdim. Sevdiğin kadar sevilmek ne kadar güzel bir şey...

Son teşekkür tek bir insana... Beni bu kadar iyi tanıdığı ve hep sevdiği için... Boğaz sahillerindeydim bugün, büyülü bir kitabın kitap kokan sayfalarında...