10 Eylül 2008 Çarşamba

Bir Gün Batımının Hatırlattıkları...

Güzel bir fotoğraftı penceremde bugün gün batımı. Salonun duvarlarına vurmuş kızıllığından farkettim ilk. Baktım pencereden; kendi halinde kızara kızara iniyordu ufuk çizgisine.

Sonra birden bire bir film düşüverdi aklıma. Önüne, arkasına, sağına, soluna dikilen koca koca bloklar yüzünden ne günün doğuşunda ne de batışında, hiç bir zaman diliminde güneş ışığına şahit olamayan bir evin hikayesini anlatan bir kısa film... Hayatımda izlediğim beni en ters köşeye yatıran filmlerden biri...

11 Eylül trajedisi üzerine çok fazla yazıldı çizildi, hatta filmler bile çekilmeye başlandı. Dünyanın farklı farklı yörelerinden (İranlı, İsrailli, Fransız, Amerikan, İngiliz, Hintli vs.) 11 yönetmenin, kendi 11 Eylül'lerini anlattıkları 11 dakikalık hikayelerin toplamından oluşan 11'09"01-September 11 isimli film, şimdiye kadar izlediklerim arasında en çarpıcı olanıydı.

Ama özellikle bir tanesi, Sean Penn'in yönetmiş olduğu, filmin en sonunda yer alan 11 dakikalık hikaye, 11 Eylül'e en akla gelmeyecek bireysel bir insaniyet noktasından yaklaşan inanılmaz çarpıcı bir filmdi. İzleyebilecek olanlarınız varsa kesinlikle tavsiye ederim. Ama izlemeyi düşünenler lütfen yazının bundan sonraki bölümünü okumasınlar çünkü hikayeyi paylaşmak istiyorum.

Pencerenin önüne yerleştirilmiş kupkuru solmuş bir çiçeğin görüntüsüyle açılır filmin ilk karesi. Yeni bir güne başlamanın heyecanıyla kendi kendine konuşup şarkılar söyleyen tonton bir ihtiyardır evin sakini. İlk bakışta halinde tavrında coşkun bir mutluluk olduğunu hissedersiniz. Ta ki, bu mutluluk görüntüsünün, derin yalnızlığının hüznüyle baş edebilmek için oynanan masum bir oyun olduğunu anlayana kadar. Ölmüş olduğunu hemen anladığınız eşinin fotoğrafına yönelir kamera, sonra yalnızlığının izleriyle yüklü ama belli ki hepsinin eşiyle paylaşılmış koca bir ömrün izlerini taşıyan tüm o diğer eşyalara...

Ölümün ve yalnızlığının yıkımıyla tüm bunları redderek baş etmeye çalışmaktadır. Hâla ölmemiş gibi eşiyle yaptığı konuşmalardan, ona gardırobundan elbise seçmesinden, güzel görünebilmek için her sabah traş olmasından anlarsınız aslında derinlerde kalmış hüznünün yükünü. Yarattığı bu mutluluk oyununda tek bir hayıflanması vardır eşiyle paylaştığı. "Çiçeklerin" der penceredeki solmuş çiçekleri kastederek, "ışık olmadığı için böyle solup gittiler. Eğer ışık gelseydi onları uyandırırdı. Işık uyandırmaya, canlandırmaya yarar". Sonra durur ve "Aslında kasabadan bir ev almalıydım, orda her zaman ışık olurdu" der.

Böyle böyle hep birbirini tekrarlayan zamanın akışına şahit oluruz. Her daim açıktır televizyon; belli ki kendi sesine eşlik eden yabancı bir ses olarak sadece televizyonu bulabilmiştir. İzlemez ama hep açıktır, gece uyurken bile. Uyurken yatağın hep eşine ait olan kısmındadır eli, onu okşadığına inanaraktan.

Sonra yeni bir günün başladığına şahit oluruz. Ama ne güneşin doğuşudur bunu gösteren, ne de eve giren ışık. Ev hep karanlıktır, saati gün ışığına bakarak değil, kameranın sürekli saati göstermesinden anlarız. Yaşlı kahramanımız hâla yatağında uyurken televizyon ekranına kayar kamera. New York'un İkiz Kuleleri'nin kapkara dumanlar içinde yanmakta olduğunu göstermektedir televizyon. Derken Kuleler'den biri daha fazla ayakta kalamayarak yıkılmaya başlar; o, yer çekimine direnemeyip aşağı doğru çökmeye devam ederken pencerede duran çiçeğin üzerine pırıl pırıl parlayan bir ışık doğmaktadır. Kule tamamen yıkıldığında yatağında yatan kahramanımızın üzerine kadar gelmiştir artık gün ışığı. Artık güneşle evin arasına giren hiç bir engel kalmamıştır ortada.

Belki yıllardır ışıkla uyanmanın ne demek olduğunu unutmuş olan ihtiyar, yaşadığının ayrımına varamaz bir an; gözleri kamaşır, bakamaz bile etrafına. Derken uzun zaman sonra kavuştuğu gün ışığını utandırmamak istercesine, kupkuru kalmış çiçekler birden bire açmaya, yeniden canlanmaya başlar. Çılgınca sevinme zamanıdır artık. "Bak sevgilim, bak" diye bağırır ihtiyar çılgınca. "Yeniden açtı çiçeklerin, yeniden açtı" der kahkahalar atarak. Sonra bir an durur ve bu coşkulu sevincin yerini, karanlığın saklamayı başardığı hüzün alıverir. Işıkla dolan ev, ona eşinin artık gerçekten olmadığını hatırlatmıştır. "Keşke bugünü sen de görebilseydin bitanem" der elindeki çiçeklerin açmış olduğunu kastederekten. Ama artık sözlerin yerini gözyaşları almıştır. Evin git gide artan aydınlığından ikinci kulenin de yıkılmakta olduğunu anlarız ve film biter.

Farklı yaklaşımı ve hüznü başarılı bir şekilde destekleyen görselliğiyle de beni çok etkilemişti bu film. Başka insanların korkunç acılar yaşamasına neden olan bir trajedi, tüm bu olanlardan habersiz yaşlı bir adamın anlık mutluluğuna, daha sonraysa kaybının derinliğini hatırlatan hüzünlü bir olaya dönüşebiliyor.

Pencereme vuran gün batımının bana düşündürdükleriydi tüm bunlar. İçimden geldi, paylaşmak istedim. Işık hepimiz için bir hayat, bir canlılık kaynağı. Benim penceremin önündeyse bu sene ikinci kez yeni meyvelerini vermeye başlayan limon ağacım büyüyor. Hiç solmaması dileğiyle...

7 Eylül 2008 Pazar

Masumiyet Müzesi'nden Topladıklarım

Evet, sonunda bitti. Hikayenin varacağı noktanın merakıyla yutarcasına okuduğum kitapların bitişi, neden üzerimde tam tanımlayamadığım bir hüzün bırakır? Bu soruyu sık sık sorarım kendime. Şu ana kadar verebildiğim tek cevap şu: O kitabı okuduğum günler boyunca her kahraman hayatımın bir ferdi olup çıkıverir. Kendi ailemin, arkadaşlarımın, sevdiklerimin ve hatta kendimin dertlerine kederlenip sevinçleriyle mutlu olduğum gibi bu kahramanların başlarına gelenler de bende aynı etkiyi bırakır. Gözümden uyku aka aka elimden bir türlü bırakmayı başaramayıp gece yarılarına kadar okuduğum kitapların, gece rüyamda bile bana eşlik ettiklerine az mı şahit olmuşumdur? İşte ne zaman ki, kitabın o günlerce debelendiğim sayfaları son bulur, çok alıştığım o kahramanları bir daha hiç görememecesine bir yolculuğa uğurlamışım gibi bir hüzün basar üzerime.

Bir haftadır Masumiyet Müzesi'nde, yaklaşık yarım saat önce sona eren (bu yazı pazar gecesi 23.00 sularında yazılmıştır) derin bir yolculuk halindeydik ben ve benim edebiyat sever ruhum. Bu bir haftalık hayat dilimimin hemen hemen her anında bana eşlik eden, çok sevdiğim kızıl güzeli Eylül'ün bana getirdiği güzel bir armağandı bu kitap. Bir hafta boyunca Kadıköy Çarşısı'nda, minik kahvecimde, doktor randevumda, gece başucumda, salonda okuma koltuğumda, yemek masamda, sevdiğimle pazar kahvaltısında, gazetelerin yanında hep benimle birlikte nefes aldı. O benim ömrümün bu bir haftalık dilimini paylaştı, bense onun/Kemal'in/Füsun'un kırık hikayesini. Hatta kimi zaman benim onu eşe dosta anlatışımı dinledi hemen yanı başımda. Orhan Pamuk'un yeni kitabının merakıyla sorulan hep aynı sorulara verilen yanıtlardı benimkiler. Ama ne kadar anlatsam da sanki tam ifade edemiyor olmanın mahcubiyeti ve "en iyisi alın siz kendiniz okuyun" önerisi vardı bu eksik cevaplarda. Alın, bir an evvel okuyun ki, konuşalım uzun uzun, içimde kalanların hepsini dökebileyim bir bir masanın üzerine. Genelde sevdiğim pek çok kitabı, en sevdiklerimin okumasını dört gözle beklerim ki, karşılıklı koyu sohbetlere gelsin sıra. Kahveler, dumanı tüten çaylar eşlik etsin hararetli tartışmalara.

Lafı çok uzattım gibi aslında. Ama şu dakika, kalemime ket vurmayacağım. İçimden gelenleri olduğu gibi aktarmakla yükümlü o. Madem şu an düşüncelerin yükü çok ağır üzerimde, durmasın içimde hiç bir duygu/düşünce, giden gitsin gidebildiği yere.

Kitabı bitirdikten ancak yarım saat sonra oturabildim yazının başına. Ama bu yarım saat içinde benim için oldukça değerli şeylerin başında ufak bir gezintiye çıktım farklı zamanlara, farklı mekanlara. Yazının bundan sonrasının manevi ağırlığı, kitabı okuyanlar için biraz daha farklı olabilir. Çünkü kitaptaki o duygu yoğunluğunun izleridir o yarım saat içinde yaptıklarım ve şimdi bu satırlar. İfade ettikleri anlamı, üzerlerinde taşıdıkları anılar benim oldukları için belki sadece benim anlayabileceğim eşyalarımla zamanda yolculuk yaptığımız ufak bir törendi bu yarım saat. Gittiğim yerlerdeki klavuzlarım, anılarımı üzerlerinde taşıyan eşyalarımdı kısacası. Bazıları, gördüğünüz bu fotoğraflara sığdırılmış, sadece benim bildiğim ortak bir paydaya sahip eşyalarım...

Tarih sözcüğü çoğumuz için hep ders kitaplarından öğrenilebilen, sanki ancak büyük büyük imparatorların, devletlerin sahip olabileceği, sadece onların yaratabileceği bir kavram olarak var. Halbuki her birimiz, eskitip geride bıraktığımız her günle bir tarih yazıyoruz farkında olmadan. Kendi yaşadıklarını, eskittiklerini değersiz bulan çok insan gibi bu tarih de, bizim tarihimiz de önemsiz, değersiz bulunabilir belki. Çünkü kafamızda, sadece önemli ve büyük insanlar tarafından yaratılmışsa tarihin tarih olabileceği anlayışı hakim.

Eğer siz de böyle düşünenlerdenseniz, kendi tarihinizin farkına ve önemine varabilmek için bir de Masumiyet Müzesi'ni okuyun derim. Emin olun, belki her gün mutfakta yemek yaparken elinize aldığınız bıçağın, eşinizin cebine sıkıştırdığınız mendilin, birbirinize notlar yazdığınız tükenmez kalemin, yokluklarının hayatınızda hiç farkedilmeyeceğini düşündüğünüz bu sıradan, günlük eşyaların, aslında nasıl da sizin hikayenizi taşıyan değerli varlıklar olduğunu anlayacaksınız.

"Proust kitabında, ölümünden sonra teyzesinin evindeki eşyaların bir kerhaneye satıldığını, teyzesinin koltuklarını, masalarını bu kerhanede her görüşünde, eşyaların ağladığını hissettiğini yazmıştır. Pazar kalabalıkları müzelerde gezinirken, eşyalar ağlıyor Orhan Bey" diyor kitabın bir bölümünde Kemal. Siz hiç ağlayan bir eşya görmediniz mi? Şimdi anlıyorum ki, ben görmüşüm. Ölümünün beni çok üzdüğü bir aile büyüğümün yıllar sonra dolabının içinde saklı kalmış, tozlanmış, yıpranmış, rengi solmuş şapkasını gördüğümde hissettiğim o anlam veremediğim ürpertinin ve hüznün neden olduğunu anlıyorum şimdi. Bir İstanbul beyefendisi olarak sokakta ne zaman rastlaşsak neşeli bir kibarlıkla kaldırıp selam verdiği o şapka, üzerinde taşıdığı anılarla birlikte unutulmuş olmanını verdiği hüzünle ağlıyordu.

Ve kimisi kutulara yerleştirilip saklanmış, kimisi her günümü paylaşmanın verdiği sıradanlıkla yıpranmış kendi eşyalarımla düzenlediğim minik törende sıra. Ayrıntılar, çok özel oldukları için bana kalsın ama zaten kimilerini bu gördüğünüz resim karelerinin içine sığdırmaya çalıştım olabildiğince.

Ömrümün en güzel satırlarını yazmam için hediye edilmiş bir dolmakalem; Taksim semalarında gezilmiş güzel bir Eylül günü sonrası elime tutuşturulmuş bir mektup; 26. yaş günümde ömrümde aldığım en güzel çiçeklerden kurutulmuş bir demet; yüzlercesine gidilmiş, bazıları saklanmış tiyatro ve sinema biletleri; bir kitapçı gezmesi sırasında diğer bir eşini de sevdiğime aldığım bir kitap ayracı; unutulmaz bir oyunun tanıtım afişi ve daha niceleriyle çıkılan ufak bir zamanda yolculuktu benimkisi. Hatırladıklarımla ne kadar mutlu olsam da, Masumiyet Müzesi'nin burukluğunu atmam pek kolay olmadı.

Eminim, önümüzdeki aylar, hatta belki de yıllar boyunca Masumiyet Müzesi'yle ilgili çok fazla yazı yazılacak, edebi yönü, anlattıkları, üslubu, Orhan Pamuk kitapları arasındaki yeri çok konuşulup tartışılacak. Bunların hepsi de önemli ve çoğu belki benim de merakla okuduğum yazılar olacak. Ama bu kitabın bana verdiği ve kimsenin atlamamasını istediğim en büyük hissiyat, kendi kişisel tarihimizi, detaylarımızı, bizi biz yapan, anılarımızı taşıyan her türlü eşyayı ıskalamadan, sıradanlığına burun kıvırmadan önemsemektir. Hayat sona erdiği zaman, bizden geriye, sevdiklerimize bize ait olan eşyalarımız kalacak. Ve bize sevdiklerimizden kalan eşyaların verdiği teselli gibi, bizim eşyalarımız da onlara bir teselli verecek, hikayemizi duymak isteyen kulaklara fısıldayan bir masal anlatıcısı gibi.

Şimdi sıra Çukurcuma'daki Masumiyet Müzesi'nde... Kemal ve Füsun'un şerefine... Son cümlenin buruk hüznü, yutkundukça batan bir katık gibi kaldı üzerimde...

3 Eylül 2008 Çarşamba

Kahve Kokusu

- Yavrum, evde hiç kahve kalmamış, akşamüstü misafirlere ikram edecek kadar bile yok. Gelirken Kadıköy'e uğrayıp da bir 200 gr kadar alsan?

- Ama Kadıköy'e değil, Taksim'e gidiyorum anneannecim. Bir sefer de kahveyi bakkaldan alsak ne olur ki?

- Olmaz kızım, bilmiyor musun, ben artık başka kahve içemiyorum, hem her misafir benim kahvemin bir başka olduğunu söylüyor, bilmiyor musun neden? Şimdi bakkaldaki kahveden yapıp misafirlerime mahçup olamam! Ne olur yolunu biraz(!) değiştirip Kadıköy'e de uğrasan?

-Tamam tamam, alırım sen merak etme, ben ister miyim hiç misafirlerine mahçup olasın:)

Bu diyalog, anneannemle benim ya da kuzenimin ya da evde kahve kalmadığı bir anda dışarı çıkacak olan herhangi birimizin arasında yıllar boyu defalarca tekrarlanan, hâla da tekrarlanmaya devam eden bir ritueldir. Durumlar, kelimeler ya da anneannemin kahve almasını istediği kişiler değişebilir, ama istenen şey hep aynıdır. Kadıköy Çarşısı'nın içinde, ufacık bir dükkana sıkışıp kalmış, ama bütün sokağı o efsunlu kokuyla doldurmaktan geri durmayan Fazıl Bey Kahvecisi'nin kahvesi...

Ama o kadar da değil! Alırken özel olarak tembih edilecek, biraz koyu kahveden, biraz da açık olanından koydurulup ikisi bir arada harman yaptırılacak. Sırf açığından olursa kahve çok acı olur; sırf koyusundansa da sert... Ama ikisini şöyle evde güzelce bir harmanladınız mı, hem tam tiryakilik bir kahveniz olur, hem de eviniz tüm komşuları bir anda kapınıza toplayacak kadar buram buram kahve kokar.

Ayrıca bakmayın siz anneanneme zaman zaman böyle nazlandığıma. Mümkün olsa da tüm mahallenin kahvesini ben alsam:) O kutu gibi küçücük, ama son derece özel ve karakterli bir şekilde düzenlenmiş dükkana her girişimde, kendimi Hansel ve Gretel'in çikolatadan yapılmış evi bulduklarındaki kadar mutlu hissederim. Öyle bir kokudur ki o, daha sokağın köşesinden beni yakalar. Ve böylece bütün duyularım tek bir organımda toplanır: burnumda!

Yıllar içerisinde pek çok başka yerde daha gördüm Fazıl Bey Kahvecisi'nin açıldığını. Alışveriş merkezlerinde, ışıltılı lüks caddelerde... Ama hiç birinin o küçücük dükkanın yerini tutması mümkün değil benim için. İçmedi mi başı ağrıyan tiryakilerden değilimdir, ama kahve dendi mi de ağız tadım hep o lezzeti arar.

Şimdi bir de birkaç senedir gelen misafirlerine kahve de yapıp sunuyorlar. Dilerseniz bir de kendi elleriyle sıktıkları tazecik limonata da var. Dükkanın önünde sokağa taşan üç beş tane minicik masada oturup o büyülü kokunun etkisiyle kabaran nefsinizi dindirmeniz de mümkün anlayacağınız. Benim gibi, böyle bir keyfi üç-beş dakikalık kısacık bir ana sığdıramayacak kadar keyfinize düşkünseniz, hani şöyle kahvenin yanına en iyi, güzel bir dosttan sonra sürükleyici bir roman gider derseniz, üst katlarında minicik bir de asma kat var. Özellikle kış aylarında soğuktan kaçarken sığınmalık keyifli bir yer. Hele bir de Zeki Müren'in o gramafondan gelen sesini açmışlarsa...

Bazı kitaplar vardır; daha yaşayan, daha canlı, daha dinamik kitaplar... Bizzat sokaklarda, caddelerde akan hayatı, birbirlerine değen, omuz vuran insanları anlatan kitaplar... Ben böyle kitapları, o kitabın ruhu bana da geçtiğinden midir nedir, hep dışarlarda bir yerlerde, o sokaklara, caddelere taşmış kafelerde, çay bahçelerinde okumak isterim. Şu an elimde Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi var ve bu da tam böyle bir kitap. Bugün kitabın içine sızmış ruhum, adres olarak Kadıköy Çarşısı'nı ve bu minicik kahveciyi seçti. Doğru bir seçimmiş ki, başımı kaldırdığımda akıp giden zaman, dakikalardan saate çoktan terfi etmişti.

Bir gün yolunuz düşerse, kahve almasanız bile sırf o kokuyu duymak için dalıverin o sokağa. Eğer masalardan birinde nefes almadan bir kitaba gömülmüş birini görürseniz, selam verme şansınızı da bir deneyin derim. Çünkü tanışma ihtimalimiz yüksek olabilir:)

1 Eylül 2008 Pazartesi

Modernizm Taklitçiliği

Evet, sonunda benim de başıma geldi! Sevgili Yasemin tarafından Bir Dilim Sohbet maceramın ilk 'mim'iyle sobelenmiş oldum. Benim gibi, sadece tek bir kelimenin bana çağrıştırdıkları üzerinden sayfalarca yazı yazmayı, öyküler türetmeyi seven biri için çok da keyifli bir oyunmuş bu doğrusu:) Geçtiğimiz hafta her şeylerden uzak ufak bir mola almış olduğum için biraz geç yazabiliyorum ama şimdi daha iyi anlıyorum ki, doğru zaman bu günmüş.

Konumuza gelince... Taklitçilik! Biraz kesip biçip yoğurduktan sonra mayalanmaya bırakalım bakalım; sonuçtan memnun kalacak mıyız? Ona da yazının sonunda hep birlikte karar verelim!

Aslında bu bir haftalık mola bu yazı açısından çok hayırlı oldu diyebilirim. Neden mi? Ne yazmam gerektiği konusu, hep beynimin bir yerlerinde cevap arayıp dururken hoş bir tesadüf, yazmam gerekenleri birden önüme seriverdi.

Meraktan resmen kurdeşen dökmek üzere olduğum Orhan Pamuk'un yeni kitabı Masumiyet Müzesi, 29 Ağustos itibarıyla kitapçılarda yerini aldı. Ve Orhan Pamuk, Banu Güven'e kitabını anlattığı NTV'deki programda modernizmi taklit eden hayatlardan; Türkiye'de, modernizmin getirilerini kendi içinde tam olarak özümseyemese de, geleneğin/göreneğin etkisinde fazlasıyla kalmış olsa da, görüntüde modern olmaya çalışan, ama aslında taklit olmaktan öteye geçemeyen hayatlar süren insanlardan söz etti. Şimdiden yarılamış olduğum kitap, bunun örneklerini veren öyle satırlarla dolu ki, birkaç alıntı koymayı düşünürken altını çizdiğim satırların çokluğu, "E biraz daha kasarsan kitabı olduğu gibi yazacaksın Zeren" dedirtti bana doğrusu.

Orhan Pamuk'un değil de, kendi satırlarımla anlatmaya çalışırsam... Taklitçilik, adı üzerinde kulağa pek hoş çağrışımlar getirmeyen bir kelime. Orjinal olmamak, taklit olmak... Tüm olumsuz çağırışımlarının içinde aynı zamanda bir suçlayıcılık durumu da barındırıyor. Bir şeyin taklit olduğunu söylemekle, onu aslında aşağıladığımızı, orjinal olmamakla suçladığımızı, küçümsediğimizi ve değersiz bulduğumuzu da söylemiş oluyoruz. Bu her ne kadar taklit olan pek çok şey için geçerli olsa da, tamamen toplumsal bir gerçeklik, kaçınılmaz bir çelişki olan modernizm taklitçiliği için çok da geçerli olmamalı kanımca.

Hepimiz içinde yaşadığımız toplumun, hatta dünyanın bize sunduklarının etkisi altında büyüyor, şekilleniyoruz. Yüzyıllar boyu çok da esnekliği olmayan geleneklerin hüküm sürdüğü bu topraklara atılmış olan köklerimiz, Batı'dan esen modernlik rüzgarından elbette ki etkilenecek. Ama ne boyutta etkileneceğimiz; yaşantımızın bir taklitten mi, yoksa modern olsun, gelenekçi olsun özümsenmiş bir sahicilikten mi ibaret olacağı; köklerimizin mi daha derinde, yoksa gövdemizin mi daha dışarıda olacağıyla alâkalı. Tabi bir de çevremizi saran diğer ağaçların (yani toplumun) bize dayattıklarına ne kadar karşı çıkıp çıkamadığımızla...

Çok iyi eğitim almış, hatta Avrupa'da okuyup modernizmin suyunu kaynağından içmiş çevrenizdeki erkekleri şöyle bir getiriverin aklınıza. Söylemde, cinsellik dahil kadın ve erkeğin her konuda eşit olduğunu savunup da, konu kendi evleneceği kıza geldi mi bakire olmasını isteyen kaç erkek tanıyorsunuz? Ya da bunu tersine çevirip kadınlar üzerinden düşünelim! Cinsellik dahil kadın/erkek eşitliğini sonuna kadar savunup da bakirelik kavramını kabusu haline getiren kadınları bir düşünün! Ne kadar modern görünürse görünsün, ne kadar 'şehirli' olursa olsun, modern yaşamın maddi olanaklarından ne kadar yararlanırsa yararlansın, pek çok insanın içi bu çelişkilerle karman çorman. Ve işte bence bunun adı da, içindeki suçlayıcılık ifadesini çıkarmak koşuluyla modernizm taklitçiliği. İçimizde kendimizi inandıramasak da, modernizm bize öyle olması gerektiğini söylediği için bunu söylüyor ve sadece bir taklitten ibaret kalıyoruz. Bu, tek başına bir bireyin, kendi ne kadar öyle olmasını istese de, toplumun genel kabul görmüş inançlarının üzerine çıkmasının ne kadar zor olduğu gerçeğini gösteriyor.

Benim için oldukça düşündürücü ve keyifli olan bu blog oyunana beni davet eden Yasemin'e bir kere daha teşekkür ederim! Madem şimdi birini sobeleme sırası bende, ben de sayfasında bize okuduğu kitapları, şiirleri ve yazarları paylaşan sevgili Kitap Kurdu'nu seçeyim. Belki aklına taklitçilik konusunu işlemiş olan güzel bir kitap ya da bir iki satır şiir gelir ve bizlerle paylaşır ve böylece okuma listemize eklenecek yeni bir kitap daha girmiş olur. Ben merakla bekleyeceğim:)

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Filmlerde Yaşamak

Çizgi roman sever miyim? EVET!

Batman'i sever miyim? EVET!

Batman'in en azılı düşmanı Joker'i sever miyim? Heath Ledger'dan sonra kesinlikle EVET!

Malumunuz, Batman hepimizin çocukluk ve gençlik yıllarına damgasını vurmuş efsane çizgi roman karakterlerinin en efsane olanlarından. Kişisel bazda, Corto Maltese'den sonra en sevdiğim karakter de aynı zamanda. Ama ne yalan söylemeli, şu çizgi romanları ne zamanki beyazperdeye taşımaya başladılar, bendeki sevgi de, heves de gıdım gıdım azaldı. Hele de birkaç başarısız örneği gördükten sonra "Üzgünüm ama sizleri çocukluğumda olduğunuz gibi sadece kara kalem üzerinden hatırlamak istiyorum arkadaşlar" diyerek kendilerini geçmişime hapsedip filmlerini seyretmeyi de reddettim çoğu zaman.

Gel zaman git zaman, çoook çok sevdiğim bir yönetmen olan Christopher Nolan'ın hüzünlü ve mağrur karakter Batman'e el atmak üzere olduğu haberleri geliverdi Hollywood semâlarından. Elde değil, aldı beni bir merak. Söz konusu olan Christopher Nolan. Bir tane filmi yok adamın beni benden alıp götürmemiş olan. İçten içe merak duyguları kabardı; takip ettiğim sinema sitelerinde en önce aranan ve okunan haberler sıralamasında Batman haberleri üst sıralara yerleşti.

Sonunda beklenen gün geldiğinde, önceki tecrübelerimden miras kalmış o tedirginlik duygusuyla diken üstünde otururken buldum kendimi yine. Ama dakikalar geçtikçe, her bir kare birer birer aktıkça, koltuğuna rahatça yerleşen, seyrettiği şeyden keyif alan bir seyirci profiline dönüşüverdim. Salondan ayrılırkense hissettiğim şey, gerçekten ilk kez bir çizgi roman uyarlamasını beğenmiş olmanın haz duygusuydu. Bir kere daha beni mahcup etmeyen Christopher Nolan'a teşekkür ettim, ve "Sen ne çekersen çek, ben izlerim Chris'ciğim" dedim, her ne kadar o beni duymamış olsa da.

Filmin son sahnesinden de biliyordum ki, bunun devamı gelecekti. Devam filmlerine tereddütle yaklaşmamı söyleyen ruhumun o tecrübeli yanını, bu sefer Christopher Nolan'a güvenen tarafım susturdu. Eh ne de olsa bir çizgi roman ilk kez sadece görsel efektlerin gücüne teslim edilmemiş, ya da karakterin dramı es geçilerek şamata bombardımanına tutulmamıştı.

Veee... Dediler ki, bu yeni filmde Batman'in en önemli düşmanı Joker de olacak. Üstelik Joker'i de Heath Ledger oynayacak. Yıllar evvel Tim Burton'ın yönettiği filmde Joker'i oynamış olan Jack Nicholsan'ın performansından sonra kimsenin oynamaya cesaret etmediği bu karakter, çok beğendiğim bir oyuncu olsa da Heath Ledger'da biraz fazla sırıtmaz mıydı ki?

Ben merakla yeni Joker'in performansını bekleyedurayım, Joker'den önce bizzat Heath Ledger'ın kendisi oldu beni şaşırtan. 2008'in 22 Ocak'ında, yani dünya üzerindeki pek çok insanın yeni yıl için birbirinden güzel dilekler dilemesinden sadece 22 gün sonra, Heath Ledger New York'ta kaldığı otel odasında ölü olarak bulundu. Tanımasanız da bazı insanların ölüm haberi sizi derinden yaralar. Üzülürsünüz ve elinizde olmadan onu size tanıştırmış olan materyallere yönelirsiniz. Onun için öldü diyorlardı ama 'Benim Heath Ledger'ım' arşivimdeki filmlerin arasında kendine yer bulmuş, hâla yaşıyordu. Brokeback Dağı'nı çıkardım raftan; hüznün iki ayaklı haline dönüşmüş Heath Ledger çıktı karşıma. Ve Candy'de, Monster's Ball'da, Ned Kelly'deki Heath Ledger'lar... Hepsi birden ses verip dile geldiler; biz ölmedik, yaşıyoruz dediler.

Genç, yakışıklı, başarılı ve şöhretli bir genç yıldızın otel odasında ölü bulunmasının uyuşturucudan başka bir nedeni olamayacağına karar vermişti bile medyanın şahinleri. Otopsi sonuçları, eline iyi bir malzeme geçirmiş medyanın varsayımını tamamen yalanlayıp, oyuncunun yanlış ilaç kullanımından ölmüş olduğunu duyursa da, olay medyanın eline epey bir malzeme oldu.

İlgiyle yeni Joker'inin sinemalara gelmesini bekleyen benim ise merak duygumun yanına, bir de hüzün gelip çöreklenmişti. Çünkü Joker, Heath Ledger'in beyazperdede canlandırdığı son karakterdi. Ve ben, insan hayatı ile oyun oynamayı çok seven, eli kanlı Joker'i izlemenin bu kadar hüzünlü olacağını hiç tahmin etmezdim.

Temmuz-Ağustos 2008 tarihli sayısında Heath Ledger'ın hikayesine yer veren Altyazı dergisi, oyuncunun en unutulmayacak performansı olarak Brokeback Dağı'ndaki rolünü gösterse de, benim için Heath Ledger ilk olarak daima Joker olarak hatırlanacak. Sinemanın nasıl değerli bir oyuncuyu yitirmiş olduğunu görmeniz için sadece bu performasını izlemek bile yeter kanımca. Jack Nicholsan'ın daha çok espirili ve matrak bir yapıya büründürdüğü o karakteri alıp, son derece dramatik, hikayesi olan, kaçık ve vahşi bir karaktere dönüştürmüş. Benim kelimelerimin hiç biri o mimiklerin, o surat ifadelerinin, o konuşmaların ustalığını anlatmaya yetmez. Anlamak için tek çare izlemektir derim.

Filme girerkenki hüznüm çıkarken de bana katmerlenmiş olarak eşlik ediyordu. Arşivimdeki filmler arasında yeni bir filmle daha yaşamaya devam edecekti Heath Ledger ama içimdeki bir ses de şunu demekten kendini alamadı doğrusu, galiba Heath Ledger sinemaya zirvesini yaparak veda etmişti. Ve bundan sonra belki hiç bir zaman Heath Ledger olarak var olamayacak ama Ennis Del Mar, Grotowski ya da Joker olarak filmlerde yaşamaya sonsuza kadar devam edecek!

12 Ağustos 2008 Salı

Küçük Mutlulukların Peşinde...

Hiç bir zaman büyüklerinin peşinde olmadım zaten; ben aramadan kendiliğinden gelip beni buluveren küçük mutluluklar başımın tacı oldu. Ama bu aralar beni gelip bulmalarını bekleyecek kadar sabırlı ve sakin bir ruh hali içinde değilim. Hayatı sürekli bir eşeleme hali içerisinde kendimi küçük küçük şımartacak, mutlu edecek arayışların peşinde sabırsız ruhum. Öyle ki, her şeyi de beğenmez, eskiden onu mutlu edebilen pek çok şeyle de mutlu olamaz oldu. Ruh dengemin terazisi bu aralar dengesizlikten yana koyuyor ağırlığını.

Ama olsun, yine de beni mutlu etmeyi başarabilen küçük heyecanları yakalabiliyorum hâla. Kitaplarım... Onlar benim sessiz dostlarım. Sessiz demek de haksızlık olur ya... Kitap okumak istisnasız her zaman bir keyif benim için de, ben'in bana ağır geldiği zamanlarda daha bir teskin edici sanki.

Geçen gün kitaplarımı karıştırırken çok özlediğimi farkettiğim bir koku geliverdi burnuma. Sahaf kokusu... Üstelik yine özlediğim bir arkadaşımın bir sahafta rastlayarak bana armağan ettiği bir kitaptan geldi koku. O an uzun süredir görmediğim o arkadaşımı, Kadıköy'ün daracık sokaklarında keşfettiğimiz avlulu kafelerde ettiğimiz o sohbetleri ve kimi onunla birlikte, kimi onsuz Kadıköy Çarşısı'nda yaptığım sahaf gezilerini nasıl da özlemiş olduğumu hatırlattı bana. Evet, resimde gördüğünüz Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanının 1959 basımı İngilizce baskısı... Canım arkadaşım Ayça'nın, bir sahafın tozlu rafları arasından görüp beni hatırladığı ve her zamanki inceliğiyle bana armağan ettiği o günü hatırlamak, işte o küçük mutluluklardan biriydi bugünüme dair.

Bir de Eylül'ün geliyor olması bir mutluluk benim için. Sonbahar çocuklarının hepsi sever mi Eylül'ü bilmem ama ben çok severim. Ve sanki bu sene daha da bir hevesle bekliyor gibiyim bu kızıl renkli sonbahar güzelini. Neden mi? Bilmem! Belki hayatımda yoluna girmesini beklediğim şeylerin geçen zamana ihtiyacı olduğunu bildiğim için.

Bir de genelde her yazın sonuna doğru aslında sevdiğim bu mevsimin sıcaklarından yavaş yavaş sıkılmaya başlayıp kışın, sanat etkinliklerini kaçırmamaya çalışan bir kent romantiği olan Zeren'i özlediğim için... Yazın, o çok sevdiğim, kışları neredeyse her haftasonu en az bir günümü muhakkak orada geçirdiğim Beyoğlu'na gitme fikri aklıma her düştüğünde, "Uf şimdi bu sıcaklarda da o kalabalık hiç çekilmez" deyip vazgeçişlerimin bir sonu gelmeli artık diyorum. Ve biliyorum ki, Eylül tam da bu özlediğim şeyleri bohçasına koymuş olarak gelecek şehrimize. Ve ben de yavaş yavaş sezonunu açmaya hazırlanan tiyatroların, bu sene muhakkak izlemem lazım deyip not aldığım bale gösterilerinin, sonbaharla birlikte müjdelenen ve önce Filmekimi'yle başlayan film festivallerinin peşine düşeyim. Onlar kaçsınlar ben kovalayayım. Ama onlar hep benim önümden koşsunlar, ben "ona yetişemedim, bu çok pahalı, bilet kalmamış izleyemedim" diye ağlaya ağlaya yakınsam da, onlar hiç bitmesin; ben yakalamakla uğraşmaya sonsuza dek razıyım.

Siz de dışarda sonbahar yağmurları yağarken ya da kışın o ayaz soğuğu camları tıngırdatırken sinema salonlarına tıkılıp uzun zamandır gelmesini beklediğiniz bir filmi hiç bitmesin diyerek izlemeyi, film sonrası sıcacık bir kafeye sığınmak için koşturup ısınmak için çay ve kahveden yardım istemeyi, sevdiğinizle/eşinizle/dostunuzla film sohbeti yapmayı sevmez misiniz? Ne kadar özlemiş olduğumu yazarken daha çok farkettim. Şimdi ise sadece bütün bunların geleceği zamanı hayal etmek bir küçük mutluluk benim için.

Bir küçük mutluluk da bu sabah çaldı kapımı. Her şeyden çok tatile aşerdiğim bugünlerde baktım benim tatile, tatilin de bana geleceği yok, asla denizin yerini tutmayan havuza bırakıyorum denizi özleyen bu bedenimi. Bu sabah klor kokusunu duymaması için burnumla bir anlaşma yaptıktan sonra kapadım gözlerimi, sırtüstü bıraktım bedenimi ve kendimi çok özlediğim Ören'in o denizinde hayal ettim. Nasıl iyi geldi, nasıl mutlu oldum anlatamam. Sık sık yapardım bunu Ören'de denize girerken. Sırtüstü yatar, gözlerimi kapatır ve ben ve deniz haricindeki her şeyi dışarda bırakır, huzur bulurdum. Kışın daraldığın o sıkıntılı günlerde bu anı hatırlayıp huzur bul derdim kendi kendime. Mutfağını kışa hazırlayan hamarat hanımlar misali, ben de bedenimi, zihnimi hazırlardım bu şekilde kışa. Ve hep iyi gelirdi.

O anların ufak bir taklidi olsa da bugün yaşadığım, yine de beni mutlu etmeye yetti doğrusu. Zaten bütün bunlar da olmasa...

7 Ağustos 2008 Perşembe

Yazı Yazmak İstememe Üzerine Bir Yazı

Beni bu havalar bozdu. Evet, evet bu havalar... Yaz aylarının kaçınılmaz rehâveti, miskinliği... Yok yok! Yaz değil de, şu aralar her şeyden çok en fazla kendimle ilgilenmemi gerekli kılan sağlık sorunlarım... Saatinde içilmesi gereken ilaçlar, çaylar, binbir özenle seçilmesi gereken besinlerle özel olarak hazırlanan yiyecekler, saat saat planlanmış robot misali yaşantım... Yok yok, bunlar da değil. Peki ya ne? Belki de bunların hepsi...

Günlerdir iki satırın özlemiyle oturuyorum masa başına. Diziyorum önüme ömürlerini tamamlayamadığım kahramanlarımın hikayelerini, dertlerini. Bir süre bilgisayar ekranıyla kızgın kızgın bakıştıktan sonra ondan medet umamayacağımı anlayıp sevgili daktilomun tuşlarını okşuyorum, tutkunu olduğum o kartuş kokusu getirir belki benden gidenleri diye. Ama yok... Çaremin daktiloda da olmadığını bilsem de, ona öyle kızgın kızgın bakmaya elvermez gönlüm. Kağıtta, kalemde, defterdedir belki de çare diyorum. Büyüyen bilgisayar imparatorluğunun kaçınılmaz bir ferdi olarak ekran karşısında çok fazla zaman harcayıp kendilerini ihmal etmemin âhı sonucudur belki de bu durumum. Biraz ihtimam göstermeli, gönül almalı, sadece onlara biâd etmeliyim belki. Ama yok, öyle de böyle de olmuyor.

Sonra bu sabah dedim ki kendi kendime, madem bu debelenme, bu sıkıntılı ruh hali benim git dememle gitmeyecek, gel bu durumun üzerine karala iki üç satır. Yazıyla bizzat yine yazı yazarak olsun barışman.

İşte bu ruh haliyle, bu kararla yazıldı bu satırlar. İlk önce bu sayfalarda yer almayacaktı; kalacaklardı kara kaplı defterin beyaz sayfalarında. Ama sonra yazıdan bir çığlık yükseldi. "Cümle alemle paylaşmazsan bu hissiyatını, yazdıklarını, barışmanın hakkı teslim edilmeyecektir, bilesin". Kabahatinin utancıyla ne dense söz dinleyecek bir çocuk gibi yazıyorum işte size bu satırları. Şimdi yine döneceğim beni bekleyen diğer satırlara, yarım kalmış hikayelere, denemelere.

Barış çağrımın karşılığını bulması ümidiyle...