29 Temmuz 2011 Cuma
Narlı hatıralar, nardan hatıralar...
20 Temmuz 2011 Çarşamba
Muhabbetli sofralar...
16 Temmuz 2011 Cumartesi
Bazı günler gün doğmadan başlar!
Çok sık olmasa da arada böyle durumlarla karşılaşmaktan tecrübeli bünye, durumu katiyetle zorlamaz. Yatak, ivedilikle terkedilir. İşe gitmek için yaklaşık 3 saatlik bir zaman dilimi olunca da madem öyle Ören'den gelen mis kokulu domateslerle güzel bir kahvaltı hazırlamaktan daha güzel bir seçenek olmadığına karar verilir. Koca bir demlik taze demlenmiş çay, keserken çıkan kokularla bana yaşamam gereken yerleri sorgulatan güzellikte kankırmızı domatesler, bir dilim gözenek gözenek tuzlu ve yağlı beyazpeynir (evet kabul ediyorum en zararlısı bu olabilir ama ben peyniri böyle seviyorum) ve iki dilim kızarmış ekmek... Bence en az uyku kadar cazip bir sabah manzarasını oluşturuyor bu dörtlü.
Gün yavaş yavaş ağarırken, o çok sevdiğim sabah aydınlığı yavaştan yeryüzünü, çatıların, arabaların, ağaçların üzerini kaplamaya başlamışken mutfak penceremden görünen bir manzara var ki onu çok seviyorum ben. Hem odam hem de mutfağın penceresi mahallemizin tek ve gerçekten de çok sevilen pastanesini görüyor. Ortalıkta in cin top oynarken, karanlık her yanı siyaha boyamış ve sabaha kavuşmaya daha zaman varken, en ama en önce pastane uyanır bizim mahallede (ve aslında belki de pek çok mahallede). Öylesine erken bir saatte uyanmışken bu sabah olduğu gibi, çatısından çıkan dumanları görür ve içeride nasıl hummalı bir çalışma olduğunu düşünürüm. Gün ağarır ağarmaz ortalığa dökülmeye başlayacak sabah açlığındaki insan kalabalıkları için poğaçalar, açmalar, çörekler, usta ellerin altında şekil bulmaktadır o anda. O pastanenin ustaları, her sabah bizim kör karanlık dediğimiz saatlerde sıcak yataklarından çıkıp atmaktadır kendilerini yollara. İçeride olan telaşlı manzarayı düşünmek, ortalığın nasıl bir poğaça kokusuna bulanmış olduğunu hayal etmek... Tek başına bu bile, bazen kör vakitte uyanmak için güzel bir nedendir aslında.
Bir yanda bu manzara, bir yanda kendi mutfağımdaki domates ve çay kokusuyla kahvaltım tepsideki yerini aldı, ben de TV karşısındaki yerimi. Çünkü canım fena halde Harry Potter çekmekteydi sabahın o vakti. Malum son filmiyle şu ara yeni vizyona girdi. Henüz onu izlememiş olsam da, önceki bölümlerinden en sevdiğim Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nı koydum player'a ve bir yudum çayımdan, bir çatal peynirimden, bir nefes de Harry'nin, Karanlık Lord'un yeniden can bulmuş olduğunu Sihir Bakanlığı'na kabul ettiremezken yaşadığı maceralardan çektim içime. Tüm filmi izleyecek vaktim olmasa da, sevdiğim sahneler üzerinden ilerledim ve çok keyifli bir geçiş yaptım karanlık geceden, aydınlık sabaha.
Sihire, büyüye, cadılara, ejderhalara, sihirli asâlara, fantastik güçlerle donatılmış insanlarla çevrili dünyalara tutkuyla meraklı bir insancık yaşıyor benim içimde. Bu yüzdendir ki Ursula Le Guin, Isaac Asimov, Tolkein, Neil Gaiman, başköşesindedir kütüphanemin. Onlar asil ve ayrıcalıklı sakinleridir o rafların.
İtiraf etmem gerekirse Harry Potter da kitaplarından sonra filmleriyle çokça hayalkırıklığı yarattı bende de. Zira ben de kitaplarını okuyan değil, resmen yiyen o fanatik okuyuculardan biriydim. Ve asla ama asla kitaplardaki ritim, heyecan, alt metinler, sosyal mesajlar, toplumsal eleştiriler yer almadı filmlerde. Ama ne olursa olsun, filmlerin de çok sevdiğim yanları olduğunu söylemeden geçemem. Örneğin hemen her filmde olan öğrencilerin sene başında trenle Hogwards'a gitme sahnelerini çok severim. O tren, dumanını tüttüre tüttüre dağların, ovaların, nehirlerin arasından tıngırdayarak ilerler büyülü, kocaman dev şatoya doğru... İlk bölümlerde daha renkli görüntülere sahne olurken, seri ilerleyip hikaye gittikçe karanlıklaşmaya başladıkça bu tren yolculukları da oldukça gri ve tedirgin edici bir hal alır. Sonra şatoda yenen o şatafatlı yemekler, baykuşların haber götürmek için şatonun en tepesinde sahiplerini bekledikleri oda... Sanırım hikayenin genelinden çok, bu detaylarını daha çok seviyorum ben.
Bu arada resimdeki minik sevimli cadıyı da bu vesileyle tanıştırmak istedim. Adı Samantha! Kendisiyle Barselona'da karşılaştık ve hemen mutfak cadıları kulübüme üye olmayı kabul ederek benimle İstanbul'a geldi:) Arada ben mutfakta yemek yaparken süpürgesine binip geliyor yanıma ve o sihirli süpürgeyi daldırıyor kaynayan tencerenin içine... İki karıştırmayla ortaya nasıl mucizeler çıktığına inanamazsınız:) İşte bu da bizim evdeki fantastik dünya!
Güzel günler, güzel sabahlar, güzel kahvaltılar bizimle olsun!
13 Temmuz 2011 Çarşamba
Bir final daha...
Yoğun koşturmacaların yetersiz kıldığı zamanlardan sonra bu gece ilk defa dizdim mumları etrafıma. Minik oda arkadaşlarım masamın üzerinde, Barselona'da gitarına vurulduğumuz Gaby Sellanes'in CD'si player'da...
Aslında tüm bu törenin bir nedeni olduğunu itiraf etmem gerek. Daha evvel de pek çok kez belirttiğim gibi benim, çok sevdiğim, gönülden bağlanarak okuduğum romanların finallerini özel bir ortamda, ona yakışır şekilde yapmam gerekir. Bu, kitaplarla olan yoldaşlık geçmişimde ne zaman ve ne şekilde başladığını bilmediğim törensel bir alışkanlık.
Bu geceki ayinin sebebiyse Şairin Romanı'nın son sayfalarına gelinmiş olmasıydı. Zira oldukça uzun zamandır bana eşlik eden, hatta ülke değiştirirken bile canım dostumdan sonra en yakınımda benimle birlikte seyahat eden Şairin Romanı artık satır satır ruhuma işlenmişken onu sıradan bir okuma anıyla uğurlayamazdım. Dile kolay, çok alıştığım, hikayeleri adeta benim olmuş Bendag, Mootah, Gamen, Umma... Onlarla vedalaştım ben bu gece.
Yollara, gitmelere, gidememelere bu kadar takılmışken, içim bu aralar sürekli bunlarla çalkalanırken biliyorum ki yine bana gelmiş olmasının bir anlamı vardı Şairin Romanı'nın. Şimdi, tam da bu dönemde okumam, sıradan bir buluşma değildi. Çok alışkın olduğum bu enerji buluşmaları artık şaşırtmıyor beni. Sadece hâla küçük bir tebessüm dudağımın kenarında...
Yollara, yolda olmaya dair öyle çok cümle ve insanlık halleriyle dolu ki Şairin Romanı, ben altını çizdiklerimle neredeyse bir defter doldurdum diyebilirim. En anlamlısıysa aslında 'yol'un, sadece somut olan 'yol'dan ibaret olmadığını anlattığı anlardı benim için. Asıl yol, bizim içimizde olandı (Biliyorum, sen hep bana bunu söylersin Ecem:)). Kendini 20 yıl boyunca evinin dört duvarı arasına gönüllü bir tutsaklığa mahkum etmiş Mootah'ın kendi içinde onca yıl nice yollar tepmemiş olduğunu kim söyleyebilirdi ki yaşadıklarını öğrendikten sonra?
Bazen yol gerçekten somut bir şeydir, saatlerce, günlerce kat edilen, ucunda bambaşka bir mekana, ortama varılan. Bazense topyekün bir hayat akışıdır, kilometresi araçlarla değil, birfiil özümüzü tazelemekle, değiştirmekle, belirlemekle tepilen. Son bir buçuk yıldır böylesi bir yoculuğun kahramanı olduğumu kim inkar edebilir? Otuz yıllık yaşamımın en derin yolculuğuna bu zaman zarfında çıkmışım aslında, ben tepmediğimi düşündüğüm yolların içimdeki kışkırtmalarıyla çalkalanıp dururken.
Bir roman daha böyle bir finalle bitti, şimdi bir yazı daha bu satırlarla bitiyor. Başlarken ne yazacağımı tam olarak bilemiyorum demiştim. Şimdi şu sayfalara bakarken içimden yazmak istediğim tek cümle şu: iyi ki varsın be blog, üç küsür yıldır öyle çok ânıma tanıklık ettin ki!
9 Temmuz 2011 Cumartesi
Yakışıklı Vikingler!
