2004 yılında
Belleville'de Randevu filmini izlediğimde tanışmıştım onun animasyon dünyasıyla ve tek kelimeyle bayılmıştım. O zamandan bugüne yeni bir şey gelmediği için de tek ve yegâne olarak kalmıştı
Belleville'de Randevu. Ta ki düne kadar...
Filmekimi'nin programında Sylvain Chomet'nin yeni animasyon filminin de yer aldığını gördüğümde film arşivime defalarca izlenmekten bıkılmayacak bir filmin daha ekleneceğini hissetmiştim. Yanılmamışım. Söze dünün en güzel şeyinden bahsederek girdim ama dün, topyekün her şeyiyle çok güzel bir gündü.
Dört günlük yorucu bir tempodan sonra sabah yeniden erkenden uyanıp yollara dökülmemin yine çok keyifli bir nedeni vardı. 2010'un 8 Ekim'i, İstanbul'un sonbahar müjdecilerinden Filmekimi'nin başlama tarihi olarak not düşülmüştü takvimlere. Ama bu sene bir değişiklik yaparak sonbaharın değil kışın habercisi olmaya karar vermişti, o ayrı.
Çoğu insanın şikayetlerinin aksine bu sene ben, kararan gökyüzünden, yağmur yüklü bulutlardan, şakır şakır yağan yağmurdan acayip bir keyif alıyorum. Sabah gözümü açarken kapalı perdelerin arkasından cama çıtır çıtır vuran yağmur damlalarının sesini duyarsam eğer, sanki görünmeyen bir elin içime enerji pompaladığını hissediyorum.

O nedenle dün sabah da son derece soğuk bir hava ve ırmak misali akan sokaklara adımımı atarken çok keyifliydim, üstelik tadını en çok çıkarabileceğim arkadaşlarımdan
biriyle 11.00 ve 13.30 seanslarında iki doyumsuz film izlemek üzere Beyoğlu'na gitmek üzereydim. Elimde en sonunda bir tane edinebildiğim ve pembe puantiyelerine hayran olduğum için aramızda bir gönül bağı gelişen şemsiyemle genelde yağmurlu havalarda benim için kaçınılmaz bir kader olan ıslanma eyleminden de korunabileceğimin güveni vardı üzerimde:)
Meğer yağmur İstiklal Caddesi'ne ne kadar yakışıyormuş, unutmuşum. Taksim yönünden bu şehrin en sevdiğim caddesine adımımızı attığımızda karşımızda - sabahın erken saatleri olmasından da olsa gerek - tek tük yürüyen insanlar ama insan kalabalığının yerini azametli görüntüsüyle dolduran sağanak bir yağmur vardı. Bıkmadan bakılası bir tablo misali kazılı kaldı zihnimde.
Emek Sineması'nın olmadığı bir festivale başlıyor olmanın öfkesini nereye kusacağımı şaşırsam da, bireysel olarak şöyle bir protesto geliştirdim. İstiklal'in eski ve tarihi onca sineması varken İKSV'nin festival kapsamına Cinebonuslar gibi son derece kişiliksiz, sadece şatafat, gösteriş ve parıltıdan ibaret olan sinemaları katması, İstiklal'dense sadece Beyoğlu ve Atlas sinemalarının olması asla kabul edilebilir değil benim için. Bense onca izlemek istediğim film olmasına rağmen Cinebonuslar'da gösterilen filmlere gitmemeye çalışarak protesto ediyorum bu durumu. Festival filmi dediğin şeyin sonunda kendini parıltılı dükkanların olduğu mekanlara atmaktansa Beyoğlu'nun kalabalığına karışmak isterim ben. O kalabalıkta sürüklenmek, kitapçılara girip çıkmak, bir kahvecide, bir birahanede ya da bir şarap evinde soluklanmak, sohbetin dibine vurmak, filmi bu şekilde yaşamak, yaşatmak isterim.
Neyseki izleyeceğimiz filmler, Emek'ten sonra İstiklal'in en sevdiğim ikinci sineması olan Beyoğlu Sineması'ndaydı da, film keyfinin yanında sinemada tarih kokusu almanın da tadını çıkarma şansımız olabildi.
İzlediğimiz ilk film Sylvain Chomet imzalı
Shirbaz (The Illusionist), sadece güne değil hayatınıza bile damga vurabilecek filmlerden. Öyle naif, öyle anlamlı, öyle kişilikli ve hayat dolu bir hikayesi var ki, bakmak ve görmek arasındaki fark gibi terazinin kefesini bakmaktan değil, görmekten yana ağırlaştırmamız gerektiğini hatırlatıyor bize.

Biraz modası geçmiş, yaşlanmış bir sihirbaz olan filmin kahramanı, o şehirden o şehire kendine nerede iş bulursa dolaşan, başarısız da olsa, gereken alkışı alamasa da yılmayan, üzülmeyen, hemen yeni şanslar, yeni seçenekler için kapıları aşındırmaya başlayan, hayatı kendisine ağırlaştırmayan bir karakterdir. Bir gün yine bir gösteri için İskoçya'nın sahil kasabalarından birine düşer yolu. Hem gösteri yaptığı hem de konakladığı mekanın temizlikçiliğini yapan minik bir kızla da arasında bir dostluk gelişir. Bir insanın hayattan mutlu olmak için çok da fazla bir şeye ihtiyacı olmadığını, mutluluk çıtalarımızı çok yükseğe koyduğumuzu ve bunu fazlasıyla maddiyatçılıkla ilişkilendirdiğimiz için ulaşılamaz kıldığımızı son derece sıradan, kısa ve net bir dille anlatıyor film.
Sadece konusuyla değil, 90 dakika boyunca ekrandan geçen her karesiyle de filmin sizi alıp götüreceğini, bol bol iç çektireceğini garanti ederim. Öyle ki, izlediklerimin gerçek, kendi yaşadığım dünyanın kurgu olmasını istedim. Öylesi renklerin, büyülü bir doğanın, keyifli tiplerin arasında yaşamak, tam ruhuma göre döşenmiş son derece sevimli odalarda konaklamak... Kısacası filmi izlerken de, bittiğinde de tüm varlığımla bir Sylvain Chomet karakteri olmak istedim.

İki film arasında benim hala çok sevdiğim kitapçı-kafe Mephisto'da edilen geç bir kahvaltı, zarif bardaklarda sıcacık tavşan kanı çaylar, bitmeyen sohbetler, kikirdemeler, tam ısınmışken yeniden paltolara sarılıp sinemaya koşturmacalar... Ve arkasından gelen bir sevimli film daha... İzlemesi keyifli, gülümseten, sevimli bir filmdi Philip Seymour Hoffman'ın aynı zamanda yönetmen de olduğu
Jack'in Kayık Gezintisi (Jack Goes Boating)... Bu filme dair bende kalan şeyse, bir insanı mutlu etmek için emek vererek bir şeyler yapmanın ne kadar değerli ve önemli olduğuydu. Hoşlandığı kadın sırf
"Hiç kimse şimdiye kadar benim için yemek pişirmedi" dedi diye günlerce yemek yapmayı öğrenmeye çabalayan bir adamın sevimli hikayesi olarak kaldı aklımda film.
İstiklal'in rutubet kokulu tarihi pastanesi İnci'de ayak üstü yenen profiterol, Pia'da içilen kahveler, gittikçe özel olmaya başlayan bir insan için günün anlam ve önemine dair birkaç dükkana gire çıka aranan ufak bir armağan, ellerinde şemsiyeleri yağmurda yürüyen bir çiftin olduğu Fransız Kültür'ün önünde asılı bir tablonun önünde, elimde şemsiye verilen pozlar (yukarıda görüldüğü üzere) ve yine yağmur, yağmur, yağmur...
8 Ekim 2010 kendi tarihime işte böylesi güzel bir gün olarak not edildi:)