"Ankara'da soğuk bir akşamüstü. Öyle bir gün ki, geçmişimle geleceğim birbirine karışmış; yaşamım hiç tanımadığım bir kişinin ördüğü kırçıllı yün kazağın arka yüzü gibi belleğime ve yüreğime yapışmış sanki. Ne tuhaf bir gün, yitirdiğim insanlar bana yakın, hayattakilerse daha uzakta görünüyor.
Yalnızım.
Tunalı'daki pasajdan içeriye, bir hayvanın yeraltındaki yuvasına girdiği gibi girdim.
Eski sahaf dükkanı oradaydı.
Belki de kendimi arıyordum tozlu kitapların arasında. Akşama kadar orada kaldım.
Josef Stalin'le ilgili toz içinde kalmış, sayfaları sararmış kitabı bulduğumda daracık dükkanın ölü ışığı çoktan yanmıştı.
Bir yandan kitabı okuyor, bir yandan da oraya buraya serpilmiş eski fotoğraflara bakıyordum.
...Yakov. Josef Stalin'in büyük oğlu. 1941'de Almanlar tarafından savaş esiri olarak yakalanıyor. Üç fotoğraf peş peşe karşımda. Yakov başına gelecekleri hissediyor. Alman subay sevinç içinde. Yakalanan Stalin'in oğlu. Stalin'e:
"Yakov'u esir bir Alman generaliyle değiştirelim" diyorlar.
"Hayır" diyor Stalin. "Bütün savaş esirleri benim oğlum. Hayır."
Kitabın içine dalmış gitmişim.
Ertesi gün kararımı vermiştim. Nedenini tam bilemesem de Prag'a bir uçak bileti aldım. Eski dünyaya gitmek istiyordum. Girişimi oradan yapmaya kararlıydım. Zamanın sildiği, yok ettiği izleri koklayan bir av köpeği gibi..."
Birkaç ay evvel sevgili Leylak Dalı'nın hatırlatmasıyla elime almıştım Nazlı Eray'ın Kayıp Gölgeler Kenti romanını.
Benim kentim, hasretim, hüznüm, kavuşamadığım, merakım, özlemim olan bir kentin, Prag'ın romanıydı bu. Aslında daha pek çok şeyindi de ama başrolün değişmeyen tek öğesi, eksilmeyen büyüsüyle 'kayıp gölgeler kenti' Prag'tı.
Yukarıda paylaştığım bu satırlar romanın giriş satırları... Benim bu 215 sayfalık romanı bir çırpıda okuyup bitirmemi sağlayacak denli çarpıcı, merak uyandırı ve içime işleyici... "yitirdiğim insanlar bana yakın, hayattakilerse daha uzakta görünüyor"... Sırf bu cümle bile Nazlı Eray'ın kaleminin gücünü merak etmem için yeterli. Ama gelin görün ki bir türlü arkasını getiremedim, okudukça okumamam gerektiğini, şimdi zamanının olmadığını hissettim.
Bu satırların eski okurları Prag'la olan artık biraz hüzünlü hale gelmiş gönül bağımı bilirler. Kendimi bildim bileli gitmek istediğim, pek çok kez neredeyse kapısına gelip yine de kavuşamadığım, her kavuşamayışla aşkımın daha da kabardığı bir sevgililik ilişkisi gibi oldu artık halimiz. Bir şehre daha gitmeden de onla ilgili pek çok anı biriktirilebiliyormuş demek ki.
Arkadaşlar arasında espiri konusuna bile dönüştü bu durum. Uzun zaman önce açtık bahisleri. Ne zaman, kim ya da kimlerle gidebileceğim konusunda doğru tahmini tutturana büyük ödül var:)
Ama bütün bunların ötesinde sanırım Kayıp Gölgeler Kenti'nin tam bir kış romanı olduğunu düşündüğüm için okuyamıyorum şu aralar ben. Nazlı Eray'ın, karlar içinde, beyaz kürkünü giymiş bir kadına benzettiği Prag'ın ayazını, titremelerini, ağzından çıkan dumanları, sokaklarında hiç eksilmeyen aşıkların ısınmak için birbirlerine sokuluşlarını anlattığı satırları, yazın bu durmaksızın terlediğimiz ışıl ışıl güneşli günleriyle pek denkleştiremedim sanırım. Sanki şimdi değil de kışın o beni de titreten, ısınmak için dumanı tüten bir fincan çaya ya da kahveye ihtiyaç duyduğum günlerinde okursam, daha çok alabileceğim tadını romanın.
İlk kez olmuyor bu. Ben hep romanların mevsimleri olduğunu düşünürüm. Hatta bazen daha da ileri gidip sadece romanların değil, yazarların bile mevsimleri olduğunu düşünürüm.
Örneğin Aslı Erdoğan sonbahar yazarıdır benim için. İstisnasız onun tüm kitaplarını sonbaharın kahverengi hışırtısında okumak isterim. O çok sevdiğim, buram buram yaz, güneş, deniz, aşk, kumsal kokan romanı Kabuk Adam bile sonbaharda okunasıdır benim için.
Ya da Vedat Türkali... Hepsi olmasa da çoğu romanı 'kışlık'tır yine benim gözümde. Karakterler kadar şehirler de bir kahramandır onun kitaplarında. Güven'de, Kayıp Romanlar'da, Bir Gün Tek Başına'da karakterlerini İstanbul sokaklarında dolaştırışı, o tramvaydan inip bu otobüse binişleri, o çay bahçesinde soluklanıp başka bir meyhanede bir iki tek atışları, Beyoğlu'nu, Beyazıt'ı, Sirkeci'yi bir de onlarla yeniden tavaf ediş, unutulmaz bir zaman tüneli gibidir. İçine girer, satırlarla birlikte yuvarlanırsınız zamanın geri döndürülmez çarkında, bilerek bir tek edebiyatın böyle bir mahareti olduğunu.
Bunun yanında Tom Robbins'i yazın okumayı çok severim mesela. Onun romanlarındaki o ateşi, tutkuyu yaza çok yakıştırırım.
Orhan Pamuk'un Kar'ı, adı üzerinde yine tam bir kış romanıdır. Hele bir de mümkün olsa da kışın Doğu Ekspresi'yle yapılan bir tren yolculuğuna denk getirilip okunabilinse... Tıngır mıngır giderken o rayların üzerinde, Anadolu'nun bembeyaz bir örtü altında kalmış kimi zaman bozkır, kimi zaman bol dere tepeli coğrafyasında o satırların tadının daha da çok çıkacağına zerre şüphem yok.
Velhasıl aylardır başucumdan eksilmeyen, her gün en az bir kere elimin değdiği Kayıp Gçlgeler Kenti'nin okunması için en az bir iki üç ay daha olduğunu hissediyorum. İçimdeki tüm edebiyat aşığı seslerin fikirbirliği ettiği üzere bu romanı da kış romanları arasına eklediğimi iftiharla duyururum efendim:)
8 yorum:
Bu kitabı çok seveceğine eminim, madem öyle kışı bekle muhtemelen daha çok seveceksin. Nazlı Eray'ın bütün kitapları konuşur bana, ben okumam Nazlı Eray okur kulağıma. O kadında bir büyü mü vardır nedir, sohbetini saatlerce dinleyebilirim. Üstelik o kadar okuruna yakın ve sempatik ki. Hele o aslan yelesi kızıl saçları, gel de sevme:))
Sevgiler yolluyorum...
yazini okuyunca cok merak ettim simdi bu romani, hemen okunacaklar listeme ekliyorum, tesekkurler paylasim icin.
ayrica umarim Prag ziyaretini en kisa surede gerceklestirebilirsin, zira yavastan kapitalizmin pencesine dusmeye baslamis onlarda, fazla bozulmadan gormek lazim :)
Çok güzel bir yazı yine. Romanları mevsimlere ve hatta aylara göre okumak, okuma zevkine zevk katacağına inandım bak şimdi. Bana da olur bazen çok sevdiğim bri yazarın kitabı bazen bitmek bilmez, elimde sürünür. Belki de bende senin gibi mevsimelere göre ayırma yapmalıyım. Nazlı Eray...Daha önce hiç okumadım, ama annem "Kayıp Gölgeler Kenti"ni okudu geçtiğimiz günlerde. Okurken çok zevk aldığını mutlaka okumalısın dedi bana. Gerçi annem bu güneşli günlerde sahilde denizin şırıltı sesiyle okudu :)
Bu arada blogunun yeni şeklini harika olmuş. Değişiklik her zaman iyidir. Sevdim bu halini.
Sevgili Leylak Dalı, ben zaten çok sevdim bu kitabı. Zaten sorun da burda... Her bir sayfayı geride bıraktığımda, Prag'ı, kışı, o yalnızlığı, titremeleri okuyuşumda, şimdi okursam eksik kalacakmış hissi oluştu bende. biliyiorum biraz 'salakça' bir durum ama napiyim ben böyleyim, takıldım mı takılıyorum bazen:) Nazlı Eray gerçekten özel bir kalem, bunu ilk satırlarda hissediyor insan. Böyle yazarları okudukça ben büyüye inanıyorum:) sevgiler benden...
Sevgili A-H hele bir prag'ı gördüysen muhakkak okumalısın derim. Çok daha fazla keyif alacağına eminim:)
Özlemcim aslında kitap elimde sürünmedi. O kadar iştahla okuyordum ki 30. sayfaya falan geldiğimde "ya ben şimdi okuyarak yazık ediyorum galiba bu romana" gibi bir hissiyata büründüm. Kışı ve prag'ı bana o kadar hissettiirdi ki, fiziksel olarak da o mevsimi hissetmek istedim:) Yoksa Nazlı Eray da bu roman da aslında her mevsim okunabilir. Bakma bu benim garipliğim:) Ayrıca yeni halini sevmene sevindim:) ben de sevdim sanırım:) öpüyorum canım seni çok:)
Ben de bu kitabı Leylak Dalında görmüş ve listeme almıştım ama atlamışım sonra...
Ben de Halide'yi aynı duygular yüzünden bıraktım, sahilde güneşlenirken okunacak bir kitap değil dedim ve 100 sayfa falan okumuşken bıraktım...Kışın herkes uyumuşken sindire sindire okurum dedim...
Herşeyin bir mevsimi var sevgili Zero... kitapların neden olmasın dimi ama:)))
Sevgilerimle
Merhabalar:)
''..yitirdiğim insanlar bana yakın, hayattakilerse daha uzakta görünüyor.." son zamanlarda duyduğum en güzel cümle. Kitabı çok merak ettim;en çok gitmek istediği şehir Prag olan biri olarak.
Benim için de her kitabın bir zamanı vardır. O zaman gelmeden o kitabı elime alamıyorum, alsam da bırakıyorum. İlginç bir enerji olduğuna inanıyorum kitapla insan arasında..
sevgiler..
Sevgili Lale atlama muhakkak oku derim. Eminim çok büyük keyif alacaksın:)
Tedirginruhçikolatacısı, kesinlikle insanlar ve kitaplar arasında bir enerji var. Aslında herşeyle aramızda bir enerji var. Bunun farkında olarak yaşarsak o enerji daha bile çok hissediyoruz. Kitabı muhakkak okumanı tavsiye ederim. Hele de Prag'a karşı özel bir bağ hisseden biriysen... sevgiler benden:)
Yorum Gönder