
İki yılı geçen bu blogun tarihine baktığımda da görüyorum ki, ben her yıl benzer dönemlerde benzer özlemlerle dolup taşıyorum. Her yıl Ağustos'un ikinci yarısı geldi mi Eylül'ü özlemle beklemeye başlıyorum.
Her zaman bir başlangıcı anlatıyor sanki bu sarı mevsim. Şehir bile yeni bir döneme hazırlanıyor. Tiyatrolar sezon açıyor; vizyon filmlerinin çeşitliliği artıyor; festival haberleri gazete sayfalarına dökülüyor; müzik klupleri yeni sezon programlarını açıklıyor, kapılarını açıyor; yeni bir okul sezonu, ders kayıtları, kurslar, eğitimler başlıyor.
Güneş ışığının çekim etkisine dayanamayıp kendini çayıra, bayıra, deniz kenarlarına, kumsallara atan bünyeler, yavaş yavaş sakinleşmeye, durulmaya, sinema salonlarını, tiyatroları, müzik kluplerini, evin sakinliğini, huzurunu özlemeye başlıyor.
Galata Kulesi'nin ayakları altında unutulmaz müzik şölenleri yaşayıp ruhumun doyduğu Nardis Jazz Clup yeni sezona kapılarını açıyor örneğin. Ne çok anım, ne çok yaşanmışlığım var o taş duvarlı büyülü mekanın arasında...
Bana mutluluğu tarif et deseler aklıma ilk gelecek anlardan biridir bir Nardis gecesinin finali. Geçen yıl iş çıkışı arkadaşlarla Astor Piazzola'nın muhteşem tangolarını kendilerine referans alarak müthiş bir grup kurmuş Piatongo'nun bizi aşka getirmişliğiyle terkederken mekanı, bir an başımı gökyüzüne çevirdim. İçim kıpır kıpır heyecan dolu, o ana kadar hayatımda gördüğüm en güzel tablolardan birini göreceğimden habersiz bakıyordum gökyüzüne. Tepede Galata Kulesi, gecenin karanlığına sarımtrak ışıklarını göndermiş ve o ışıkların arasında inanılmaz güzellikte kanat çırpan martılar... Kulaklarımda susmuş olsa da, içimde hala devam eden müziğin de aşkıyla o an mutluluktan o kuşlardan biri olabileceğimi hissettiğimi hatırlıyorum. Piatango bu yıl da belli tarihlerde yine Nardis'te olacak. Astor Piazzola'yı ve tangoyu sevenler ya da bilmeseler de tanışmak isteyenler kaçırmasın derim.
İstanbul'un bana her mevsim sunduklarını yaşamayı seviyorum ama sanırım sinemalarını, tiyatrolarını, müzik kluplerini, kafelerini, kitapçılarını, ıslak sokaklarını, hafif üşüten serinliğini tüm cömertliğiyle sunduğu bu mevsimi daha çok seviyorum.
Dostlarımla bile sonbahara, kışa dair cümlelerimiz artıyor. Kadıköy'deki Hacı Bekir'in o şeker kokulu, çini karolu atmosferinde ısınmak için içilecek dumanı tüten çaylar, kahveler, olmazsa olmaz eşlikçileri mis gibi lokumlar... Bu aralar en çok dillendirdiğimiz özlemlerimizden biri haline geldi.
Daha dün gece bir arkadaş buluşması sonrası İstiklal'de yürürken Ece'yle sürekli kurduğumuz cümlelerin de sonbahara ve kışa dair olduğunu farkettim. İstiklal'in en hareketli sokaklarından biri olan Küçükparmakkapı Sokak'ın önünden geçerken "Kışın burda Kafe Pi'ye gelip çılgınlar gibi dans edip dibine kadar sarhoş olalım, olur mu" dedi. Benden çıkan tek kelime "Olur". Bende olmaz yok ki bu aralar:) "Sonra da paltolarımıza sarılıp kol kola atalım kendimizi ıslak sokaklara". Ona da olur!:)
Dün İstanbul Modern'de geçirdiğimiz bir gün, bana tüm bu özlemlerimi bir kere daha hatırlattı. Moda tasarımcısı Hüseyin Çağlayan'ın sergisi ve İstanbul Modern'in o klas amosferi önümüzdeki aylarda bu özel mekanı sık sık ziyaret etmekten çok keyif alacağım gerçeğini unutmamam gerektiğini düşündürdü bana. Hayatın hay huyuna kapılıp unutmamam gereken keyiflerimden biri...
Sergi nasıl mıydı? Müthiş yaratıcı ama bir o kadar da ürkütücü. İleri teknolojiyle insanlığın alacağı durağan, mimiksiz, ruhsuz ifadeden ne kadar korktuğumu bir kere daha hissettirdi bana.
Ama daha sergiye gitmeden önce de okuduğumda çok etkilendiğim ve bir kenara not ettiğim serginin tanıtımına ait bu cümleler bile yeter dimağımızı açmak için:
"Yol seçimdir, Yol tavırdır, Yol beklentidir, Yol çeşitliliktir, Yol başlangıçtır, Yol çaredir, Yol öğrenmektir, Yol şaşırtır, Yol öncüdür, Yol kaçıştır, Yol tekinsizdir, Yol oyundur, Yol rastlantıdır, Yol davadır, Yol tecrübedir, Yol eserdir, Yol yöndür, Yol ikirciktir, Yol ıssızdır, Yol tekrardır, Yol süreçtir, Yol ümittir, Yol esrarengizdir..."
Yollarımız hiç bitmesin!