29 Ocak 2012 Pazar

Daktilo günleri...

Hayat kocaman bir tombala torbası. Bir el tarafından çalkalanmış çalkalanmış, belki de bu dünyada hiç yan yana gelmeyecek farklı iki insanı torbadan yan yana düşürüvermiş. Yıllar içinde yaşanan onca güzel şeyle birlikte birbirlerinin hayatlarına dair pek çok güzel şey de yer değiştirmiş. Ondan ona, ondan ona... İki dedesi var sanarak büyümüşken bir tanesi, bir de bakmış bir üçüncü dede daha var artık hayatında. "Yeni dede"yi hiç tanımamış, görmemiş ama çok dinlemiş ve bir gün o dedenin daktilosu kocaman bir armağan kutusu olmuş kapısına gelivermiş.


Gün gelmiş güzel günler tükenmiş. Kötüleri biriktirip çoğaltmak yerine güzellikleri hep "çok" bırakıp kirlenmeyelim denmiş, yollar ayrılmış. Yol dediğin uzun maraton, birleşir de ayrılır da. Ayrılık dediğin çetin maraton, süründürür de diriltir de.

Ayrılan insana en lazım şey en incesinden telli bir süzgeç. Döküp yılları içine bastırıp bastırıp sıkmak tüm yaşanmışlıkları. Süzgecin öbür tarafına geçip "süzülenler" cepte kâr. Kâr hanesinde kimi zaman bir film, kimi zaman bir gülüş, kimi zaman bir eşya. Bir daktilo mesela.

İşte masamın üzerinde eski, anılarla yüklü böyle bir daktilo. Anıların son demi bana, öncesi ise hiç tanımadığım ama hakkında çok şey duyduğum, ruhu şad olsun kıymetli bir insana, bir dedeye ait.

Önüm arkam, sağım soluma kelime derken, kafamı çevirdiğim, elimi attığım her yerde bu aralar kelimelere çarparken çıktı daktilom yine yerinden. Madem bunca kelime doluyum, kelimelerin de kendi şölenlerini, resmi geçitlerini yapma vaktidir o zaman. İzin vermeli, göz yummalı. Dökülürken kağıdın üzerine çınlatsınlar ortalığı. Buyursunlar, haftalardır yaşadığım heyecanın ortağı olsunlar.

Kelimelerin de bir sesi olduğunu hissediyorum daktiloda yazarken. Suyu sıkılmış bir nostalji midir bu? Kimine göre belki. Artık kartuşunu bulmakta bile bunca zorluk çekerken daktiloyla yazmayı yüceltip hayatı zorlaştırmak değil bendeki. Yazmak, kalemle, bilgisayarda, daktiloda, neyle olduğu hiç önemli olmadan başlı başına sihirli bir süreç. Hayatı, bir yerinden kayda geçirme. Kimi için dirilme, kimi için arınma, kimi için bir kusma hali. Benim için hepsi birden.

Lakin nicelik kadar niteliğe de önem vermem dersem yalan söylemiş olurum. Sapına kadar bir Terazi olmanın kaçınılmaz sonucu, estetize güzelliklere topyekûn bir hayranlık bendeki. Çay içmeyi tiryakilik boyutunda çok severim ama ince belli bir bardağı renklendirdiyse daha çok. Eşlikçisi bir dilim beyaz peynir ve dost sohbetleri değilse birkaç duble rakının, eksik kalır keyfimin tamamı. İşte tam da bu yüzdendir ki arada bir yazıya eşlik ediyorsa gümbürtülü bir daktilo gürültüsü, yazı eyleminin kendisi çok keyifli bir fotoğrafa dönüşüyor benim için.

Bir zamanlar biraz korkulu, biraz merak dolu bir heyecandı benim için daktilo. Boyum anca bir bacak boyunda ufacık bir veletken dedemin, odasına kapanıp takır tukur saatler boyu yazdığı günlerde, kapı önünde "o çıksa da ben girsem, bir otursam o daktilonun başına" diye renk vermeden dolanıp durduğumu hiç unutmadım. Bir çocuk için "buna dokunmayacaksın, bu odaya girmeyeceksin, bu daktiloyu açmayacaksın" demek ne demektir? Dokunacaksın, gireceksin, açacaksın. Budur çocukların mantığı:) Böyle der korkuturdu dedem beni de. Şimdi düşünüyorum, bıyık altından da az hoşuna gitmezdi o halim. Nitekim yıllar geçip elim daha bir kalem tutmaya başlayınca, kitaplara, yazıya merakım iyice ortaya çıkınca, kendi elleriyle vermiş, okul için kompozisyonlarını bununla yaz demişti. Nasıl sevinmiştim.

Şimdi o daktilo yok. Nerde bilmiyorum. Ben nasıl oldu da koruyamadım, kayıplara karışmasına engel olamadım, bilemiyorum. Ama diyorum ya, elimde yine bir 'dede' daktilosu. Kıymeti, değeri ve tüm evi inleten gümbürtüsü benimle birlikte yürüyecek ben varoldukça.

24 Ocak 2012 Salı

İzle, oku, ör!

"Zero'nun festival tarihçesi" diye bir çalışma yapsam 2004 yılındaki İstanbul Film Festivali performansımı zirveye koyarım. Öğrencilik hayatımın son yılı olmasının hükmünü tüm Beyoğlu salonlarında büyük bir ihtişamla sürmüş, o filmden o filme doyumsuz bir haz yaşamıştım.

O yıl ülke sineması olarak seçilen Güney Kore filmlerinin yüzde doksanını izleyen bendenizin içine haliyle ister istemez bir Koreli kaçmış, film aralarında Kore mutfağı, hadi olmadı en azından Uzak Doğu restoranlarında alır olmuştum soluğu. Savunmam da hazır: Festival ruhu dediğin şey böyle olur; sadece filmleri izlemekle kalmayacaksın, o filmlerdeki ruhu da yaşayacaksın; yemeklerinden yiyecek, müziğini dinleyecek, mekanları kovalayacaksın. Bukalemun gibi bir ruh halim var, izlediğim ya da okuduğum şeylerin ruh haline o kadar kolay bürünebiliyorum ki, bazen korkuyorum kendimden:)


Sonraki yıllarda iş hayatının zaman yoksunu hay huyunda festivalleri büyük oranda uzaktan izlemiş, çok isteyip de izleyemediğim filmler için ağzımın akan sularını silmek zorunda kalmıştım.

İstanbul'da 2012'nin festival sezonu 16 Şubat'ta !f İstanbul'la açılıyor. O bitiyor, aşağı yukarı bir ay kadar sonra İstanbul Film Festivali, on beş günlük bir sinema şöleniyle şehrimi perdenin gizemine buluyor. Uzun lafın kısası, İstanbul seni neden bu kadar çok sevdiğimi bana hatırlatan günler geliyor.

Evet, mart kapıdan baktırır ama şubat ayı o kapıyı açtırmaz bile yeri gelir. Önündeki günleri ev, mutfak ve Beyoğlu sokakları arasında geçirmesi muhtemel bendeniz, kendini soğuklardan koruma kapsamında atkı örme faaliyetlerine geri dönmüş bulunuyorum.


Mosmor bir atkı örmek istediğimi söyledi geçenlerde içimdeki bir ben; hemen aldım soluğu Kadıköy'ün bildiğim iki yüncüsünden birinde. Üstelik İstanbul'un beyaza bulandığı karlı günlere denk geldi ki bu faaliyetler, pencere kenarına çektiğim koltuğum, kucağımda yünlerim, tamamen anneanne modunda takıldım birkaç gece.

Bu kış kızıl kafamın üzerinde görmek istediğim iki berem, mor ve pembe... Asalet, güç ve korunma ile neşe, mutluluk ve hayaller... Boynumda ise aynı renklerden kendi ördüğüm atkılarım. Ben Mart'ı da kıştan sayanlardanım, o nedenle çok sevdiğim kışın biraz daha hüküm sürebilecek olmasından pek mesûdum.

Ve son bir buçuk aydır fena halde içine düştüğüm Füruzan külliyatını, daha evvel okuduğum ama çok sevmiş olduğumu unutmadığım Sevda Dolu Bir Yaz içindeki roman tadında uzun öykü Şarkılar Kitabı ile noktaladım. Nasıl bir keyif! Başka birkaç öyküsü için de söyleyebileceğim bir şeyi buraya da not etmek isterim: Hani hiç bir şey yazmamış olsaydı da bu öyküyü yazsaydı, yine baştacı ederdim ben kendisini. Anneyi, küçük teyzeyi, hikayeyi anlatan ufaklığı, dayıyı, anneanneyi, dedeyi, aile dostu Hrisula'yı, teker teker her bir karakteri iliklerime kadar yaşadım, hissettim.

Böylesi bir Füruzan yolculuğundan sonra en sevdiğim öykülerini şöyle sıraladım geçen gün: Şarkılar Kitabı, Gül Mevsimidir, Gecenin Öteki Yüzü, Temizlik Kolu, Bir Evin Dıştan Görünümü, Seyyid. Roman olaraksa 47'liler pek çok kişinin unutulmazı biliyorum ama Berlin'in Nar Çiçeği de asla es geçilmemeli derim ben.

Şubat ayında YKY'de ayın yazarı kim olacak, pek meraktayım. Benim için keyifli bir oyun oldu bu. Onlarca yazarın arasından birini seçiyor, piyangodan ikramiye bekler misali bekliyorum. İçimden birini belirledim, bakalım, olur da tutarsa önümüzdeki ay da kitaplardan yana hayli kârdayım demektir:)

21 Ocak 2012 Cumartesi

Kelimeleri özgür bıraktım!

Kelimeler varsın takılsınlar kendi başlarına. Yetmiyorlar hissettiklerimi anlatmaya. Sadece bu hafta çıkan yargı kararından sonra Bakunin'in şu cümlesini yazmak isterim:

"Hukuk, iktidarların fahişesidir!"


15 Ocak 2012 Pazar

Deliler, dayılar, deli dayılar...

Yeni yılın ilk sabahından beridir pazarlara en yakışan görüntü anneanne evinde kurulmuş sıcacık bir kahvaltı. Sofranın üzerindekilerden çok, masanın bir ucunda O'nun, hayatımın kadınının, canım anneannemin oturuyor olması olayı asıl keyiflendiren.

"Yumurtanın dakikasını kaçırmayalım yavrum, kayısı kıvamında olsun."

"Geçen, misafirlere yaptığım dolmadan da var, ister misin şimdi kahvaltıda yemek?"

"Sen çayı seversin diye bolca demledim, iç dilediğin kadar; sonra kahve de yaparım."

İnsan psikolojisi üzerine söylenen hep bildik lakırdılardan biridir hani, insanoğlunun aslında hep kendini en güvende hissettiği yer olan anne karnına dönmek istediği. Kırk yıllık koca bir çınar gibi, bulunduğu sokağın neredeyse çoğu yenilenen binaları arasında ne yaşanmışlıklar saklayarak dimdik duran bir apartmanın giriş katındaki o sımsıcacık yuvaya her girişimde, anne karnına dönmüşüm gibi bir huzur gelip buluyor beni. Otuz bir yıldır, on yıl önce bizi bırakıp giden dedem haricinde hiç bir şeyin değişmediği bu evde nasıl olur da huzur bulmam ki ben? Sanki kapıdan adımımı atar atmaz kafamı koridora çevirdiğimde, iki yaşında koca poposuyla koridordan koşa koşa salonun penceresine yapışarak evin hemen karşısından geçen trenlere el sallamaya çalışan o minik Zero'yu göreceğim. Olur da o el sallamadan bir tren geçip gidiverirse dünya duracakmış gibi panikleyen Zero'yu...

İşte bu olur kendisi:)

Bazen hani diyorum, keşke mümkün olsa da bir karşılaşsak, pek severdim ben o lüle saçlı tombik yanak kızı. O beni tanımazdı elbet, ama ben taa otuz yıl biriktirmişliğin bilmişliğiyle kucaklardım onu. Ve diyorum ki, bence severdi beni. Çocukların o ilahi kirletilmemiş güçleriyle, bir röntgen makinası gibi çıkarıp tüm yaşanmışlığımı "hataların bile iyi niyetten beslenmiş senin" der, gömerdi kafasını göğsümden içeri. Neyse fena saçmaladım, çok derine dalmayalım...

Kahvaltının sonunda annemin aklına İzmir'de yaşayan dayısını aramak gelince günün/haftanın/ayın (yılın deyip abartmayacağım) en komik olaylarından biri yaşanır. Nasıl mı? Bizim 'akıllı' dayı, adı Ayten olan kayınvalidesiyle ilgili "Moon Skin burda, oturuyoruz" deyince; yetmiş küsür yaşında olmasına rağmen hiç bitmeyen kadın hayranlarını sorduğumuzda "ay hangisini soruyorsun ki, Nurten'i mi, Ayşe'yi mi, Müjde'yi mi" diye kahkahayı basınca; anneannem için "havalar çok soğuk ablama söyleyin de üşütmesin, ama önemli olan kafayı üşütmesin" diye espiri patlatınca benim günümün yarısı, bu dünya tatlısı deli adamın hayatı boyunca, mesafelerden dolayı çok az da görüşebiliyor olsak da, hep yüzümüzün kenarına bir gülümseme kondurmuş olduğunu düşünmekle geçiyor.

Hafta ortasından bu yana gittiğim her yeri çantamın içinde benimle gezmiş bir romanın içindeki 'deli amca'nın günlerime kattığı neşenin üzerine, haftayı bizim deli dayının nâralarıyla kapatmak ne de güzel bir tesadüf oldu diyorum. Tom Robbins'in B, Bira'sı bahsettiğim. 102 sayfalık incecik bu kitap size yaşamın sırrını verecek, söz! Abarttım mı? Belki! Olsun, severim ben abartmayı.


Bize, hayattan keyif alabilmemiz için cesur olmamız gerektiğini; bir bira şişesini kastederek "cesaret nerede bulursan oradadır" dedikten sonra yine de en kıymetli cesaretin yüreğimizin içinden gelen cesaret olduğunu hatırlatan bir roman sizce de bize yaşamın sırrını veriyor olamaz mı?

Bu çok keyifli romanı okuduktan sonra tam Moe Amca gibi olmasa da ona benzeyen bir dayım olduğu için, yüreğimin içindeki cesaretle tanışabilmeyi başarmış olduğum için şükrediyor, hayatımı bundan sonra Costa Rica'da geçirebilmeyi diliyorum. Hadi Costa Rica olmasa bile, gibi olsun en azından. Neden mi Costa Rica? "Doğal ortamını korumak için yeryüzündeki bütün ülkelerden daha çok şey yapmış bir ülke ve ordusu yok. Donanması da yok. Hava kuvvetleri de. Modern bir devletin bu kadar aydın, modern insanların bu kadar uygar olabileceğine inanmak güç olsa da". İşte bunun için...

11 Ocak 2012 Çarşamba

Durma, anlat Füruzan!

"Mesleğinizde gözüm var" diyorum kasadaki görevli arkadaşa. "Bir daha dünyaya gelirsem kesin kitapçı olucam."

O da gülüyor, ben de. E bu dediğime de gülünür zaten, başka bir şey yapılmaz:) Bir daha dünyaya geleceğim kesin de, bir de meslek belirliyorum bu yaşamdan! Acaba önceki yaşamımda da aşçı olacağım naraları attığım için mi şimdi bir mutfak faresine dönüşüverdim? Ah Zero ah, eğer öyleyse, ne işler açtın başına!:)

"Valla güzel meslek" diyor o da kendi işi için. "Bütün gün kitaplar içinde, okuması ayrı keyif, dokunması ayrı." Belli ki keyif aldığı işi yapan nadir insanlardan biri. Zaten o kadar içten gülmeyi bilen bir insan keyif almayı bilmiyor olamaz diyorum ben.

Sonra benim mesleğimi soruyor. Aşçıyım dediğimde bütün insanların suratında beliren az biraz şaşkınlıkla karışık, hayranlık, hayret ve keyif dolu o garip ifadeye bürünüyor onun yüzü de. Sanırım yakında "aşçıyım" beyanımın, insanlar üzerinde yarattığı ifadeler konusunda da bir yazı yazabilirim. Zira pek komik şeyler olabiliyor.

Kadıköy'deki en sevdiğim iki kitapçıdan biri olan YKY'nin o minik dükkanında geçiyor bu diyalog. Sorumlu arkadaşı, yıllardır taa İstiklal'deki o baştacım dükkandan beri hep göz aşinalığıyla tanırım. Kadıköy'deki dükkan açıldıktan sonra buranın sorumlusu olmasıyla, her uğraşıyımda ayak üstü iki kelam etmekten de geri kalmadığımız güleryüzlü bir kitap insanıdır kendisi.


Aralık'tan bu yana Füruzan'ın YKY'de ayın yazarı olmasından ötürü okumadığım tüm Füruzanlar'ı almak için üç beş günde bir iyice sıklaştırarak uğrar oldum. Öyle bir gidişte bütün kitapları sırtlayıp almam ben; kitaplar kadar kitapçılar da özeldir; alınacak kitap bırakırsam geride kitapçıya gitmek için de bahanem olmuş olur:) Yani böyle git gel, git gel şimdiden diğer yaşamımdaki(!) mesleğime hazırlıyorum kendimi:)

Her defasında, Füruzan'ın okumadığım kitaplarından hangisini alsam acaba diye bir ondan bir bundan 2-3 sayfa okuyup karar vermekte sıkıntı çeker, en sonunda da sadece sezgisel bir dürtüyle atarım elimi birine. Gül Mevsimidir'i de bu şekilde aldım. Ve sonuç mu? Sonuç: sezgilerine daima güven sen Zeren!

Belki fazla iddialı gelebilir ama bana sorarsanız Gül Mevsimidir, Füruzan'ın Kürk Mantolu Madonna'sı. Okurken Sabahattin Ali'nin o efsane romanında hissettiğim duyguların çok benzerlerini hissettim bu romanda da. O en sevilenin kaybından sonra bir daha hayatta hiç bir duygunun içine girememek; her şeyi sonsuz bir yüzeysellik, duygusuzluk ve anlamsızlıkla yaşamak... Tek bir olayın bir insanın hayatında bu kadar derin bir kopuşa yol açması... Bunun ne kadar acıklı bir durum olduğunu kavrayabilmek için Sabahattin Ali ya da Füruzan okumak gerek; bugün artık bundan çok eminim.

Oluyor bazen böyle deyip geçmek isterim, geçemem. Hele de koca bir 70 yılı, yaşamak için önüne değil, yaşanmış olarak arkasına almış bir insansa mevzu bahis olan, hiç geçemem. Çünkü o zaman, kırık bir aşk hikayesi olmaktan çıkıp, kırık bir yaşam hikayesine dönüşüveriyor eldeki. Önümüzde hala yaşanacak olduğunu düşündüğümüz yıllarımız varken, her hayal ve kalp kırıklığımızın bir tamiri oluşuyla avunmak mümkün. Peki ya önümüze değil de, upuzun bir duvak gibi geriye doğru uzanmışsa yıllar?

Çok ıslak bir İstanbul gününde, atkıların arkasından, berelerin altından bir türlü gelmeyen otobüsü beklerken ne kadar üşümüş olduğumu unutarak bitirildi Mesaadet Hanım'ın kırık hikayesi. Ve şimdi, bu uzun hikayeden sonra gerçekten üzüldüm Füruzan'ın artık yazmayacağını söylemiş olmasına. Elimde değil, bende merak gani gani. 2000'lerin kadınları, yani bizlerle ilgili neler çıkarırdı acaba Füruzan? Bir gün bir yerde yakalarsam soracağım, olur da benden önce siz yakalarsanız, unutmayın, benim adıma siz sorun!:)

8 Ocak 2012 Pazar

Artık hiç bir soğan ağlatamaz beni!

Dışarısı pek soğuk, üstelik de oldukça ıslakken aynı tezgahta yanımda çalışan, az sonra yemeğe ışınlanacak olan soğanların kafalarını koparan arkadaşım, hemen burnumuzun dibindeki pencereyi aralıyor. Soğan dediğin mutfağın en hüzünlü mahluğudur vesselam, bıçağı deydirmeye gör, adamı ağlata ağlata gözünde yaş bırakmaz! Nitekim soğanların hüzünlü hikayelerine pek gelemeyen arkadaşım da, dışarıdan gelecek temiz havadan medet umuyor şırıldayan gözleri için.

Peki ya ben mi? Bende tık yok:) Hani serde aşçılık var ya, gözümden akamayan yaşların sebebini buna bağlayan yanımdaki 'can', "ya nasıl olur da gözünü bile sulandırmıyor şu soğanlar?" diye hayret, merak, espri yüklü bir tonda soruyor. Bu arada anlaşılacağı üzere olay, restoran değil, ev mutfağında geçiyor. "Ah ah" diyorum "ben sana soğanlarla aramızdaki gözü yaşlı maziden hiç bahsetmedim mi?"

Filmi aşağı yukarı bir sene kadar geriye sarıp NumNum'daki staj günlerime gidiyorum. NumNum'ın merkez mutfağındayım, bir takım temel malzemelerin hazırlanıp İstanbul'daki beş NumNum şubesine dağıtıldığı ana mutfakta. Önümde 15 kiloluk soğan bidonu, karşımda o anki kader ortağım Nuri Usta. Onun elinde bir bıçak, benim elimde bir bıçak, salya sümük bir vaziyette soğanların kafalarını koparıp soymakla meşguluz. Yanımızdan geçen aşçı ve garson takımınınsa tek yaptığı, acınacak halimizle sürekli laf atarak dalga geçmek. A la carte'daki en sevdiğim ustalarımdan Cuma Usta, yanımızdan geçerken Merkez mutfağın şefi ulu manitu Yılmaz Usta'ya takılıyor "yav kaç haftadır şu kızı bir gün olsun üzmedik, bir hafta yanınıza verdik, bu ne hal gözünde yaş bırakmamışsınız!":))

"Yaaa işte" diyorum arkadaşıma "Benim gözyaşları merkez mutfağın tezgahlarının üzerinde kaldı; dökülecek ne kadar gözyaşım varsa orda döktüm, artık soğan denen bu mahluklar üzemez beni!"


Daha iyisi gelene kadar "2012'nin en iyi kahvaltısı" ilan ediyorum kendisini:)

Şu pek 'değerli', pek 'kıymetli' 2012'nin ilk haftası geride kalmışken günlük, haftalık, aylık hesaplar çıkarmaya alışmış bünye soruyor yine bana "eee, nasıl bir giriş oldu yeni yıla?"

Bir günlük bir Ağva kaçamağı, çok sevilen bir 'can'la harika bir kahvaltı sofrası sonrası bütün gün yan yana mutfakta akşam gelecek arkadaşlarımız için soğandı, sarımsaktı, tavuktu, sostu, tava sallama atraksiyonuydu derken keyifli bir yemek hazırlığı; bir haftaya sıkıştırılmış iki film etkinliği (ki bu son bir yılda yaşadığım tempoda çok az yapabildiğim bir keyifti, bir haftada iki film birden - üstelik de biri sinemada, biri 'can'ımla evde - kim kaybetmiş de ben bulacağım? Ama bu hafta oldu vallahi); pırıl pırıl bir Kuzguncuk sefası... E daha ne olsun? Bence bir hafta için fena bir tablo sayılmaz. Ey 2012, bundan sonra da böyle devam edebilirsin, benim için bir mahzuru yok:)

İlk haftanın "geride kalanlar" listesine Barış Bıçakçı romanı Sinek Isırıklarının Müellifi'ni de eklersem, ben hakikaten pek kârlı bir hafta geçirmişim. Şimdiyse elime yine bir Füruzan aldım, onun satırlaştırdığı, çok sevdiğim bir dostumun nitelendirmesiyle "şaşılası bir aşk"ın hikayesi Gül Mevsimidir. İncecik, 84 sayfalık bir kitapta, ömürlük bir hikaye...

Ha bu arada, Barış Bıçakçı giderken kulağıma şunu fısıldadı: "Yazmak, bir bakıma anlatılmaya değmez olanı anlatmaktır. Böylelikle anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir."

Benimkisi de böyle bir çaba işte...

5 Ocak 2012 Perşembe

Ağva'ya aşçı çıkartması!

Güneş İstanbul'u yavaştan bırakıp alacakaranlık moduna terk eylemişken şehri, otobüste yanımda oturan arkadaşım "Bir ordayız, bir burda" diye gülümsüyor. Sıkıntılı bir otobüsün içinde üç saati aşan bir süreden beri şehrimize ulaşmaya çalışırken "öyle" diyorum ben de "insanoğlu kuş misali."


Yorgun bedenler, üzerine kızartma yağı, makarna sosu, kavrulmuş soğan sıçramış ruhlar, nefes almaya ihtiyacı olan zihinler olarak üç mutfak sevdalısı boş zamanı bulunca cepte, vuruverdik kendimizi yollara. Hem İstanbul'da olmalı dedik gideceğimiz yer, hem de uzak olmalı İstanbul'dan. Daha evvel birkaç kez çok keyifli zamanlarımın ev sahipliğini yapmış bir mekana, Ağva'ya gitmeye karar verdik en sonunda. Karar güzeldi, birlikte gidilenler güzeldi, Ağva çok güzeldi de, yol biraz ömür törpüsüydü ne yalan söylemeli. Özel arabayla keyifli olabilecek bir yol, Üsküdar'dan kalkan otobüslerle sürekli dur-kalk/dur-kalk biraz çileye dönüştü açıkçası.


Zorlu yolculuğumuzdan sonra minik otelimize varınca hala kaldırılmamış yılbaşı süsleriyle kendimize bir yılbaşı gecesi daha yaşattık. Hatta ambiyans gereği cümleten aldığımız kararla yeni yıla 4 Ocak gecesi girdik de diyebilirim:)

Şimdiye kadar bir elin parmaklarına yaklaşan Ağva yolcukluklarımın her seferinde cebimde kalan anıların renkleri çeşit çeşit... Ortak özellikleriyse hep çok güzel hatırlanacak olmaları. Söz konusu Ağva olunca çoğunlukla romantizm ayağı yüksek hatıralar koyuluyor sepetin içine; en azından şimdiye kadarkiler öyleydi. Fakat bu seferkinin rengi, aşırı doz kahkaha patlaması, pis yedili'nin muppet show versiyonu "Uno" oyununda yenen arkadaş kazıkları:), birkaç kadeh kan kırmızısı şarap, anasonun vazgeçilmez kokusuna karışan o başımın tacı lezzet...


Güzel günler bir bir yer ediniyor daha henüz tertemiz sayfalarıyla çantamda yer alan yeni yıl ajandamın içine. Bahardan kalma mis gibi günlerde yaz telaşlarından, kalabalıklarından zerre iz taşımayan kumsallarla buluşmak ayrı bir haz veriyor insana. Önümde uçsuz bucaksız bir deniz, gökyüzünün maviliğini beyaz nakışlar gibi süsleyen bulutlar, hepsi doğal olan tüm bu manzaraya insan yapımı olarak yegâne yakışan deniz fenerleri... Doğayı hatırlamaya da, doğanın bizi hatırlamasına da sık sık izin vermeyi unutmamak gerek!


Kumsala isimlerini, aşklarını, takımlarını, tutkularını yazan insanlar... Hepimiz yaşamda bir iz bırakma derdindeyiz aslında. Belki tüm bu koşturmacalar, yıpranmalar da bu yüzden. Benden geriye ne kalır hayatta bilemem. Aldığım her nefesi keyif alarak yaşamak isteyen, bundan gayrı da kendine pek bir hedef koymayan ben, arkadaşımın elinden sopayı alıyor ve koca koca harflerle adımı yazıyorum kumların üzerine. Fazla zaman geçmiyor, hızlı ve uzun bir dalga gelip siliveriyor yazdıklarımı; birer birer alıyor denizin içine adımın harflerini. "Zero denize karıştı" diyorum içimden. İşte böyle, bir deli mücadeleyle iz bırakma çabasında debelenir dururken tek bir dalganın bile gazabına uğrayabiliyoruz. Halbuki böyle tıpkı bir resme bakar gibi karşıdan bakınca yaşadıklarına insan, o dalgaların bile ne kadar güzel, ne kadar kıymetli olduğunu anlayabiliyor.


Son sayfalarında olduğum Barış Bıçakçı romanı Sinek Isırıklarının Müellifi eşlik etti çok fazla okuyamasam da bu yolcuğumda bana. Bir bölümde romanın baş kahramanı Cemil gördüğü güzel bir manzara sonrasında şu muhteşem benzetmeyi yapar: "kendimi güzel bir şiirini daktilo etmiş Oktay Rıfat gibi hissediyorum." Ne kadar keyifli bir benzetme diye hayranlıkla kalın kalın altını çizerken satırların, sadece birkaç gün sonra kendimi aynen böyle hissedeceğimi nereden bilebilirdim ki!)

1 Ocak 2012 Pazar

"Hala sevebiliyor muyum insanları?"

Ne zaman mutfak sevdamın köklerini düşünsem aklıma anneannemin evindeki kokular gelir. O, benim tanıdığım mutfağının da evinin de tanrıçası olan ilk kadındı.

Kavrulmuş soğan kokuları da, tarçınıyla, yenibaharıyla, nanesiyle birleşince ilahi bir koku çıkartan dolma harçları da özel günler öncesinde evinden hiç eksik olmaz; ortalığa önce kokuları dağılan yemekler, zamanı gelince de bir bir sofranın üzerini donatırdı. Ama ne donatma! Adeta kendi şiirini yazardı anneannem. Her şairin malzemesi kelimeler olacak değil ya! O, soğanı, sarımsağı, domatesi, tarçını, anasonu kullanırdı kelime niyetine.


Yaşlar birer birer gelip üzerime oturdukça anneannemle annemin karışımı, artı bir tutam da kendi yoğurup üzerime eklediklerimden oluşan bir hatun görüyorum ayna karşısında. Şaşılacak bir şey değil tabi bu. Onlara benzemeyeceğim de kime benzeyeceğim? Ama bilenler bilir, ana-kız olmalarına rağmen birbirlerinden o kadar farklı kadındırlar ki, her ikisinden de birşeyler taşıyor olmak ama her şeyden evvel artık bunun farkında olarak bu halimden keyif almak, gülümsetiyor beni. 2012'nin ilk sabahında yine güzel bir sofranın etrafında yanımda olan iki kadın, seviyorum sizleri:)

İçinde olmayı arzu ettiğim tek bir yılbaşı resmim vardır benim; kendimi bildim bileli böyle. Işıl ışıl süslenmiş bir ev, çam ağacının etrafında hediye paketleri, leziz yemeklerle donatılmış kocaman bir masa, sevgili ve dost kalabalıklarıyla çevrili... Çok klişe ama klişelerin keyifli olmadığını kim söyleyebilir? Nicesini geçirdim, kimi yıl hiç beklediğim gibi olmadı, kim bilir bundan sonra neler neler olacak? Belki mesleğim gereği artık çoğunu çalışarak geçiriyor olacağım ama hiç önemli değil; yılbaşı öncesi harekete geçen anneanne genleri beni muhakkak evimin mutfağına, ocağımın başına savuracak, ondan ödünç aldığım geleneksel lezzetleri bana pişirtecek. Tıpkı bu yıl olduğu gibi, tüm yorgunluklara, zamansızlıklara rağmen... Kendime bu yıl verdiğim sözümdür bu. Hayatın zorlukları yüzünden bana ait olan, varoluşumu tamamlayan keyiflerimden vazgeçmek ve zamansızlığa yenilmek istemiyorum. Çünkü bir gün geriye baktığımda böyle bir insan bulursam karşımda, kendimden vazgeçmiş olmaya katlanarak yaşamak zor gelecektir bana.

"İnsan cisimleşmiş zamandır" diyor Barış Bıçakçı Sinek Isırıklarının Müellifi'nde. Evet, ben Zaman'ın ta kendisiyim, her insan gibi. Üzerimde zamanın izlerini görmek, her izle başkalaştığımı farketmek zaman zaman çok şaşırtıcı olabiliyor. Her yıl döngüsü geçmişe yönelik bir hesaplaşma yarattığından mıdır nedir, bu yılbaşında kendimde farkettiğim 'gerçek'lerim pek bir keyiflendirdi beni.

Zaman akmış geçmiş, ben akmışım geçmişim ve bu arada içimdeki huzursuz kıpırdanışları, ruhumu yiyip bitiren şeyleri bir yerlerde bırakmışım. Hangi ara oldu, nasıl oldu bilemiyorum ama son zamanlarda yaşadığım bazı şeylere verdiğim tepkilerdeki sakinliğim o kadar hoşuma gitti ki, böyle avucuma alıp sevesim geldi kendisini:) Büyüyor musun acaba sen Zero?

1 Ocak 2012'de bir yazı yazmak istedim. Bir yazı yazmak istedim, tarihi 1 Ocak 2012 olsun. İçimden bunlar geldi. Ve bugün hayatımdaki en 'gerçek', en 'has' adamlardan birinin bir paylaşımına denk geldim. Bir Murathan Mungan şiiri... Uzun bir Murathan Mungan şiiri... Dönüp dönüp okudum defalarca. Aşağıdaki satırlar sadece bir bölümü... Paylaşmadan olmaz!

Kırdım mı incittim mi birilerini?
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler?
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?
Yeniden düşünmeliyim
Dostluklarımı, ilişkilerimi
Dağınık yatağım, mutsuz yatağım
Çoğalttım mı eksiklerimi?
Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı?
Yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
Borçlarımı ödedim mi?
Doğru seçtim mi soruların fiillerini?
Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
Ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?
Geri verdim mi aldıklarımı:
Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları
Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
Yokladım mı duygularımı
Hala sevebiliyor muyum insanları?
Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma
Ovmalı umutları
Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan
Hançer kıvamındaki o karamizah tadını
Şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım Yavuz'a
Sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım
akşama
Yeni bir yıla
Ama nedense herşeyin tadı dağılıyor ağzımda
Bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında
Aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta