30 Eylül 2010 Perşembe

Ninelerin mutfağından şen sofralara...

"Kimi evde yemek, yaşamak için yenir. Kimi evde, yemek için yaşanır. Bizim evde ise yemek, muhabbet olsun diye yenirdi. Sofra muhabbet için kurulur, yine muhabbetle kaldırılırdı".

Sevgili Takuhi Tovmasyan, o çok özel eseri Sofranız Şen Olsun'da okuyucularına yazdığı hoşgeldiniz yazısına bu cümlelerle başlıyor. Tüm kitap boyunca anlatacağı şeyi muştuluyor aslında bu cümlelerle. Yemeklerin yanındaki muhabbeti, muhabbetin özündeki insanı, insanın ihtiyacı olan samimiyeti...

Basıldığı 2004 yılından bu yana kalbi mutfakta çarpan her yemek tutkununun er ya da geç bir şekilde duyduğu, tanıştığı, önemsediği bir kitap oldu Sofranız Şen Olsun. Basıldığı yılın yani 2004'ün Aralık ayında tutkularımı anlayan, sadece yemeklerle değil, yemeklerin hikayeleriyle de ilgilendiğimi bilen özel bir dost tarafından hediye edilmişti bu kitap bana. Sonrasında bu kitabın sayfalarından çıkan yemeklerle donatılmış pek çok sofrada oturulmuş, yine bu sayfalarda anlatılmış hikayeler lokmalar eşliğinde defalarca anılmış, anlatılmıştı; hatta benzer hikayelerin özneleri olmuş özel insanlar tarafından kendi hikayeleri de paylaşılmıştı. Kitabın satırlarında her dolanışımda, bizler yeni nesiller olarak bu yemeklerin aynılarını yapsak da asıl bu hikayelerin benzerlerini yaratıp yaşatabilir miyiz, işte ondan pek emin değilim diye düşünmüşümdür hep. Okumuş olanlar ne demek istediğimi çok iyi anlayacaktır.

İlginç bir şekilde son bir haftadır Takuhi Tovmasyan'ı ve Sofranız Şen Olsun'u defalarca anmama neden olacak birkaç olay hep ardı ardına geldi. Geçen hafta eğitimimin de ilk günleri olmasının heyecanı ve merakıyla Mutfak Sanatları Akademisi'nin her yanını turlarken girişte yer alan koca bir teşekkür anıtı dikkatimi çekti. Mermerden yapılmış kocaman bir panonun üzerinde "Ziyeretleriyle okulumuzu onurlandıran tüm bu değerli şeflerimize şükranlarımızla" şeklinde bir yazı ve altında da bahsettikleri tüm şeflerin isimleri yer alıyordu. Boyumu fazlasıyla aşan bir pano olduğundan gözlerim aşağıdan yukarı doğru yerli yabancı pek çok önemli şefin üzerinde kayıp giderken en tepeki ismin üzerinde tanıdık birini görmenin heyecanıyla zınk diye duruverdi. Evet en tepede, bütün listenin en tepesinde sevgili Takuhi Tovmasyan'ın ismi yazıyordu. Hani kendi adımı görsem bu kadar gururlanır mıydım bilmiyorum.

O gün eve gelir gelmez ilk işim kütüphaneden Sofranız Şen Olsun'u bir kere daha çıkarmak ve uzun zamandır satırlarında selamlaşmadığımız Akabi Yaya'yla, Armaş Dede'yle, Takuhi Yaya'yla, Lusi Yenge'yle, Digin Mari'yle ve daha niceleriyle yeniden, doya doya hasret gidermek oldu. Bu kitaptaki her hikaye, her anı, her yemek yapma hali çok özel ve güzeldir de biri vardır ki, özellikle onu her defasında okumaktan büyük keyif alırım. Tovmasyan'ın, Akabi Yaya Böreği'ni anlattığı sayfalara doyamam kelimenin tam anlamıyla.

"Akabi Yaya Böreği'nin sizin bildiğiniz peynirli ve kıymalı böreklerden farkı yoktur. Bizim evde börek yapmak yayamın (ninemin) vazifesi olduğu için biz bu böreğe 'Akabi Yaya Böreği' deriz. Yemek adlarını sevdiklerimizin adlarıyla birlikte anarız. Daha doğrusu, o yemeği en iyi yapanın adıyla anarız da denebilir... Gelinleri hamur yoğurmayı, börek yapmayı üstlenmediği için bu işler Akabi Yaya'ya kalmıştı. Bir cerrah titizliğiyle hazırlanırdı hamur tutmaya. Evvela elini, yüzünü yıkar, saçlarını açar, hafifçe ıslatarak yeniden tarar, ense kökünde sımsıkı bir topuz, kendi deyimiyle fotoz yapardı. Sırtındaki yeleğini çıkarır, balkondan bahçeye var gücüyle silkeler, tekrar giyer ve üstünü başını son bir kez de gelinine kontrol ettirirdi. Olmaya ki bir toz, bir saç kalsın da ezkaza hamura karışsın. Böyle hazırlanırdı hamuru tutmaya Akabi yaya..."

Ne zaman elim bir ekmek ya da börek hamurunun içine giriverse, hep hatırlar, gülümserim bu satırları.

İşte okulun girişinde geçen hafta Takuhi Tovmasyan adıyla karşılaştığımdan beri Sofranız Şen Olsun, kütüphanedeki yerine hiç dönmedi. Başucumda duruyor, arada sürekli karıştırıp kimi gün gündüz, kimi gün gecenin bir yarısı Tovmasyan'ın aile sofralarının bir parçası olmaya devam ediyorum.

Sonra geçenlerde sevgili Leylak Dalı'nın yeni blogunda benzer bir kıymeti, sofralarla, yemeklerle, muhabbetlerle, aileyle süslü hatıraları paylaşmakta olduğunu görünce okuyup okumadığını bilmeden kendisine Sofranız Şen Olsun'u önerdim. Meğer ben kendisine bunu önerirken o elinde tutmuş, hatta neredeyse sonuna gelmiş bile. Böyle hoş bir tesadüf yaşadık.

Yemek, hazzının anlatılması çok zor olan bir yolculuk. Eğitmen şeflerimizden biri olan Osman Bahadır'ın da dediği gibi yemek, hayatımızdaki her şeyin bir tamamlayıcısı. "Obsesif bir şekilde yemeğin peşinden gitmeyin! Yazın, okuyun, müzik dinleyin, film seyredin, gezin, aşık olun... Bunların hepsini yapın ki ellerinizden çıkan yemeğe bütün bunların da tadı geçsin". Cümle bana, ama içindeki anlam sevgili şefime ait.

Ama Food and Travel dergisinde yayınlanan kendi yazısından alıntı yaparak onun cümleleriyle anlatmak da gerekirse: "Biz şefleri şef yapan, her gün işe giderken aklımızda dolaşan onlarca yeni fikri kızartmamız, sote etmemiz, fırınlamamız, haşlamamız; kısacası malzemeye yeni bir form kazandırmamız; parmak uçlarımızda domatesin çekirdeklerini hissetmemiz; mandalinanın kokusunu beynimizin en derinlerine göndererek mutfağın fütursuzca dolaşan enerjisini damarlarımızda hissedebilmemizdir."

Tam da bunların hepsini yaşayabildiğim için mutfağı bu kadar çok seviyorum sanırım. Müziğin de, sinemanın da, kitapların da, aşkın da, doğanın da, gözyaşının da, acının da, kısacası hayata dair ne varsa hepsinin mutfakta barınıyor ve yaşanıyor olmasından dolayı...

27 Eylül 2010 Pazartesi

Tek bir bedende 'ÇOK' bir kadın!

"İçinde tek bir kadın barındırmayan bir kişilikti Juliette Binoche. Tek bir bedende ‘çok’ bir kadın!"

Birkaç yıl evvel Beyazperde'de en favori aktrislerimiz üzerine hazırladığımız bir dosyada böyle yazmıştım onun için. Şimdi Filmekimi yaklaşırken ve ben bu muhteşem kadının başrolde olduğu Aslı Gibidir (Certified Copy) filmini delicesine merak ederken bu yazım geldi aklıma. Yıllar evvel ne yazmışım, nasıl anlatmışım merak ettim ve çok eksik geldi yazdıklarım.

Juliette Binoche bir sinema yolculuğunun adı benim için. Tek başına bir film... Her şeyiyle sinema ve sahne sanatları için yaratıldığını düşündüğüm bir kadın... Herhangi bir diyaloga ihtiyaç duymadan sadece yüzüyle, mimikleriyle, duruşuyla, komple tüm bedeniyle bir duygunun adı olabilecek bir oyuncu...

Ne yazsa okurum dediğim yazarlarım olduğu gibi ne çekse izlerim dediğim oyuncu ve yönetmenlerim de vardır ki, biri işte bu Fransız şarabı kıvamındaki 1964 Paris doğumlu kadındır. Hiç mi beğenmediğim filmi olmadı? Oldu, elbet oldu ama hiç beğenmediğim bir oyunculuğu olmadı. En saçma filmindeki karakteri bile izlenilir kılan ışığa her zaman sahipti o.

İnsanlar isimleriyle yaşarlar der başucu yazarlarımdan biri olan Ursula. İsimlerin anlamını önemser, insanların kaderlerinde etkili olduğuna inanır. Ben, isimleri kadar, insanların doğdukları ve yaşadıkları şehirlerin de varoluşlarında belirleyici olduğunu düşünürüm. O şehrin kokusunun, ritminin, alışkanlıklarının, ışığının, müziğinin ruhumuza işlediğine ve benliğimize bir karakter kattığına inanırım. Ve Paris'e dair ne varsa, ışıltı, zerafet, sanat, müzik, güzellik, hepsinden bir parça giyinmiş bir kadın gözümde Binoche.

Filmekimi'nde Aslı Gibidir (Certified Copy) filmini merak etmek için Juliette Binoche'dan daha fazla neden var elimde aslında. Birincisi ünlü İranlı yönetmen Abbas Kiarostami. 1979 İslam Devrimi'nden sonra ülkesini terketmek yerine kalmayı ve zor olanla mücadele etmeyi seçen ender sinemacılardan biri Kiarostami. Felsefi ve politik pek çok baş yapıtının (Kirazın Tadı ve Zeytin Ağaçları Altında en önemlilerindendir) varolmasını bu terketmemişliğine bağlar. Köklerinden kopmadığı için beslenebildiğini ve bu sayede üretebildiğini söyler.

Kamerasını her zaman özel olana çeviren ya da çevirdiğini özel kılan bu yönetmenin kadrajından çıkan bir aşk hikayesini merak etmemek kolay değil.

Filme merakımı arttıran ikinci nedense hikayenin geçtiği yerler... İtalya, yemek, şarap ve sarının büyüsü desem aklınıza neresi gelir? Benim sadece ve sadece Toskana geliyor! Taş evler, arnavut kaldırımlı dar sokaklar, alabildiğine uzanan sarı bozkırlar, şarap kokusu...

Binoche, 2010 Cannes Film Festivali'nde bu filmdeki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nün de sahibi oldu. Biraz evvel filmin fragmanını izlerken gözünden incecik bir yaşın aktığı o sahneyi gördüğümde, daha filmi izlemeden anladım sanki bu ödülün nedenini de. Gerçi bunca yıldan sonra nedene de çok gerek yok ya!

Bu yazıyı da Beyazperde'deki yazımın son cümlesiyle bitirmek istiyorum:

"Asaleti, gücü, kimi zaman masum, kimi zaman şeytani bir güzellik kokan kadınsılığı ve bir kadına en çok yakıştığını düşündüğüm duygu olan tutkuyu bu denli etkileyici taşıyışı ile Juliette Binoche, sinemaya gerçekten çok yakışıyor."

23 Eylül 2010 Perşembe

Filmler, kitaplar, mutfak maceraları...

Güne sabahın 5.30'unda merhaba diyorum bu aralar. Ortalık zifiri karanlıkken... O kadar ilginç ki, meğer İstanbul'un sessiz olduğu anlar da varmış diyorum pencereden o karanlık sakinliğe bakarken. Henüz kalabalıklar şehre akın etmeden, klakson sesleri, bağırış çağırışlar dolmadan caddelere/sokaklara, ben varacağım yere varmak istiyorum, bu kadar erken kalkmamın nedeni bundan.

Trafiğin beni çileden çıkarmasına, hayattan bu aralar aldığım keyfi azaltmasına tahammülüm yok. O nedenle kendisi sahneye kurulup başrole yerleşmeden, ben rol çalıyor ve sabahın köründe varıyorum okuluma. Minibüs sanki İstanbul'da değil de Anadolu'nun en ücra köşesinde kalmış bir köydeymişçesine çukur dolu yollarda tıngırdarken, ya da metrobüs son günlerde hep puslu olan İstanbul Boğazı'nın o muhteşem iki yakasını birleştiren köprünün üzerinden akıp giderken kucağımda çalışma notları, her gün bir önceki günün dersinden olduğumuz sınava çalışıyorum yol boyunca. Elimde kepekli tostum, çaysız pek bir kuru gelse de bir yandan da onu kemiriyorum, notlarımın üzerine kırıntılarını düşüre düşüre.

Bir yandan da çantamda olmazsa olmaz, bugünlerdeki ruhuma uygun bir roman... Bu aralar Neil Gaiman damarım tuttu gene. Yaratıcılığımın doruklarda olduğunu hissettiğim bu günlerde fantastik dahilerimden Gaiman'ın hikayelerinin bana iyi geleceğini düşündüğümden, daha evvel okumuş olduğum Mezarlık Kitabı'nı yeniden atıverdim çantama geçen gün. Gao Xingjian'ın Ruh Dağı romanından da çok keyif alıyorum, bırakmış değilim kendisini ama o karmaşada okunmayı hak eden bir roman değil. Sakin bir ortama, sakin bir kafaya ihtiyaç duyuyor. O nedenle akşamları baş ucumda sıcak bir çay, mumlarım ve tütsülerim yakılmış, başucu lambam da tam yerinden sayfaları aydınlatırken okuyorum kendisini ve Çin vadilerinde, tepelerinde, ırmaklarında satır satır dolaşmaktan büyük keyif alıyorum. Doğrusu Mezarlık Kitabı'nı da çok az okuyabiliyorum yollarda. Çoğunlukla ders notlarını Gaiman'a tercih etmek durumunda kalıyorum:)

Henüz daha mutfağa inmeden geçmemiz gereken dersler var. Mutfağın yolu, gıda güvenliği, hijyen, mutfakta güvenlik, maliyet hesaplamaları, beslenme, satın alma, depolama, stok kontrol, bıçak kullanımı, tabak sunumu derslerini geçtikten sonra açılacak biz çaylak şef adaylarına. Daha dört gün oldu ama öğrendiklerim inanılmaz. Ne çok yanlış şey varmış meğer doğru olduğunu sanıp da yaptığımız, özellikle de gıda güvenliği konusunda. Kendi bireysel mutfaklarımızda yaptığımız hatalar bir yere kadar tahammül edilebilir ama profesyonel mutfaklar öyle değil tabi. Başka insanların sağlığına ve beslenmesine etki ediyor olmak büyük sorumluluk...

Bu arada harika insanlarla da tanışıyorum sınıfta. Müthiş cesaret hikayeleri dinliyorum. Kendimde cesaret sandığım şeylerin, başkalarınınkinin yanında devede kulak kaldığını anlıyorum. 19 yaşında gencecik bir kızın, hayalleri ve ideallerinin peşinde tüm ailesini karşısına alarak Ordu'dan İstanbul'a gelişinin hikayesini dinliyorum örneğin. Böylesine gencecik bir yaşta hayatta ne olmak istediğinden, nerde olmak istediğinden emin olmak kadar, etrafındaki tüm engelleri, bedelleri ne olursa olsun aşmaya azmetmiş olmak da çok güzel bir şey. İstanbul'a ilk kez ayak basıyor olmak, yurtta kalmak, aileden ilk kez ayrılıyor olmak, yalnızlık, acemilik bir yana, mutfak aşkı bir yana... Yaşadığı zorlukları, her gün telefonda annesinin, kardeşinin sesini duyduğunda ne kadar kötü olduğunu anlatırken gözleri kısılıyor, nemleniyor; ama ne zaman ki ideallerinden, eğitim bittikten sonra yapmak istediklerinden bahsetmeye başlıyor, nemler yerini ışıl ışıl bir parlaklığa bırakıyor. Sınıftaki herkesin hayatlarında büyük kararlar almış olarak, büyük değişimler ve bedeller sonucunda orada bulunduklarını hissedebiliyorum. Bir bu, bir de heyecan okunuyor hepimizin suratlarında:)

Çok sevdiğim, özlemle beklediğim Eylül de gitmek üzere artık... Neyse ki ikiz kardeşi Ekim geliyor, üstelik bu sefer hayatıma sadece yeni bir yaş değil, yeni bir on yılın başlangıcını da getiriyor... Evet, bu Ekim'de 30'lara merhaba diyeceğim. Bu aralar ne çok başlangıçlardan söz eder oldum değil mi?:) İçimden bir his, 3 ve türevlerinin çok keyifli geçeceğini söylüyor:)

Sadece bu da değil. Dokuzuncu kez heyecanla beklediğim bir festivali de şehrime getiriyor Ekim. Ayın 8'inde Filmekimi başlıyor!:) Altı gün boyunca sonbahar fonunda yaşanacak bir sinema şöleni var yani sırada. İstanbul, sonbahar ve sinema... Bu üçlü sizce de birbirini müthiş tamamlamıyor mu?

Dün filmlerin tüm listesi açıklandı. Eve filmleri incelemenin heyecanıyla döndüm. Biletlerin satışa sunulacağı 2 Ekim'e kadar hangilerine gideceğimi seçmek için vaktim var. Şimdiden "Sihirbaz", "İnsanlar ve Tanrılar", "Her Şey Güzel Olacak", "Jack'in Kayık Gezintisi" seçilmiş durumda. Bana kalsa tüm listeyi sıradan izlerim de, genelde bu durumlarda pek bana değil, cüzdan ve zaman durumlarına kalıyor seçim:) Haliyle de bu koşullarda listeyi biraz elekten geçirmek gerekiyor.

Filmler, kitaplar, mutfak maceraları... Oh be, iyi ki geldin sonbahar!

20 Eylül 2010 Pazartesi

Bir mutfak cadısı yetişiyor!

Mutfağında her daim sıcak bir tencerenin kaynadığı bir evde büyüdüm ben. Anneanne evinde... Biraz erken istediği emekliliği nedeniyle köşesine çekilmiş bir dedenin de olduğu ama asıl hakimin kesinlikle anneanne olduğu bir evde...

Akşamları ailenin bütün fertlerinin toplandığı uzun bir sofranın hazırlayıcısı olması sıfatından mı dersiniz, yoksa evin geleni gideninin hiç eksik olmamasından mı, anneannem sanki bir kolu sürekli mutfakta çalışan bir ahtapot gibiydi o yıllarda. O kadar çok iş yapardı ki evin içinde ve dışında, sanki onlarca kolu vardı da, diğerleri hangi işin peşinden koşarsa koşsun, bir kolu muhakkak mutfakta ya bir tencere karıştırır, ya kek çırpar, ya fasulye ayıklar, ya da soğan doğrardı. Mutfak, onun görev alanı olmasının yanında aşk alanıydı da aynı zamanda. Hiç yaşamadığı o aşkı/tutkuyu hissedebildiği, sonuna kadar yaşadığı ve yaşattığı tek alan...

Şimdi geriye bakıp düşündüğümde görüyorum ki anneannem hayattaki ilk kadın figürümdü benim. Masallara, hayal kurmaya, kurduklarına inanmaya çok meraklı ufak bir velet olan bendenizin gözünde anneannem, mabedi olan mutfakta elleriyle muhteşem tatlar yaratmaya kendini adamış kocaman bir mutfak cadısıydı. Okuma yazma bilmediğim ufacık yaşlarımdayken resimlerine bakıp büyülendiğim, okumayı öğrendikten sonraysa da maceralarını okuyup kendimden geçtiğim masallardaki o cadıların, bir tutam ondan, bir tutam bundan kata kata kaynattıkları kazanlarının başındaykenki halleri nasılsa, benim gözümde anneannemin mutfaktaki hali de öyleydi. Bir tek kafasında sivri uçlu koca şapkası eksikti ki hayalimde o şapka da yerine çoktan yerleşmişti.

Peki sizce böyle bir durumda bu gizemli masal kahramanlarına ve tabi ki bir de anneannesine hayranlığı had safhada olan benim, bir mutfak cadısı olmaya özenmemem mümkün müydü? Hayır!:)

Bazı şeylerin doğuştan genlerimize kodlandığına inanırım. Ama hayattaki gelişimimiz için sadece bu yetmez. Gördüklerimizi, yaşadıklarımızı, gözlemlerimizi genlerimizle birlikte bizle doğanlara ne kadar eklersek o kadar ilerleyip gelişebiliriz diye düşünürüm. Anneannemin mutfak cadılığı bir nesil atlayarak kendi kızına yani anneme bir tutam olsun geçmemiş ama ilk torunu olan bendenizde ziyadesiyle birikmişti. Ee o kadar işi gücü arasında nereye yetişeceğini şaşıran anneanneme de artık mutfağında yamak niyetine bir minik cadı gerekiyordu zaten ki gerekli zamanlarda gerekli yerde olmayı o gündür bu gündür çok iyi bilen biriyimdir bendeniz:)

O zamanlardan bu zamanlara benim de cadılığımın pek minikliği kalmadı gerçi, baya baya kocadık, ana kraliçe moduna geçtik:) Ama anneanneyle aradaki iletişim, tarif alıp vermeler, püf noktaları üzerine derin sohbetler hiç azalmadı, hep arttı. Beni mutfakta gören, yaratıclığımı kullandığım her işin sonucuna hayran olan çevremdekiler her defasında "sen kesin anneannene çekmişin" dediklerinde, anneanneciğimin nasıl da içten içe bir mutluluk ve gurur yaşadığını hep hissettim.

Yaklaşık iki buçuk yıl evvel tamamen kendi çabalarımla hiç bir eğitim almadan pasta süslemeciliğini öğreneceğim deyip kendi kendime yola koyulduğumda ilk kez bu kadar derinden farkettiğim bir gerçeğimle yüzleşmiştim: Ben ellerimle çalışmayı, ellerimle üretmeyi çok seviyordum. Tamamen kendi zevkim olan, eş dosta yaptığım birkaç pasta, bana kendimle ilgili tahmin edemeyeceğim kadar büyük bir gerçeği göstermişti. Ama ne yazık ki, hayat bazen bize söylemek istediklerinde çok açık olsa da, biz onu anlamamakta direniyoruz. Kendi hayatımızın değişmez sandığımız girdaplarında yuvarlanmaya devam ediyoruz. Sanki hep devam edeni değiştirir, bir cesaret başka bir yöne hamle yaparsak dünyanın sonu gelecek, aç kalacağız, iş bulamayacağız, tek kelimeyle tükenip bir hiç olacağız sanıyoruz. Öyle değil. Öyle olmadığını yine hayat kendi kendine doğal işleyişinde gösteriyor aslında.

Bu yılın Mart ayında hayatımda derin bir kopuş yaşadım. Yaşamıma ve geleceğime dair tüm kurgularım, planlarım, hayallerim tepetaklak oldu. BEN tepetaklak oldum. Bana dair ne varsa, sallanmadık tek bir tuğla kalmadı. Deprem tek bir alandaydı ilk etapta ama etkileri yaşamımın her santimine işledi. İlk başta çok zordu, çok acılı, gözyaşılı, çok yıpratıcı ama işte bunlar nedeniyle bir o kadar da öğreticiydi. Yaşamımda bu dönem kadar kendimi tanıdığım başka bir dönem hiç yaşamadım. Bu tanışma hali bedenimden bakışlarıma, konuşmamdan duruşuma, çevremdeki insanlarla özellikle de ailemle ilişkimden yaşama bağlılığıma kadar her şeyimi değiştirdi. Eskiden güçlü görünme oyunu oynarken şimdi gerçekten güçlü olduğumu gördüm. Ve o gücü dürbünüm yaparak kendi içimi santim santim dolaştım. "Ne istiyorsun Zeren? Hayatta ne olarak yaşamak, ne yaparak mutlu olmak istiyorsun? Kendini gerçekten ait hissedebileceğin ortam, yer, duruş neresi?". Bu ve bunun gibi onlarca sorunun cevabı beni uzun bir dinleme anlama süreci sonucunda tek bir alana çıkardı. Ben ellerimle çalışmak, ellerimle üretmek istiyordum; üretirken yaratıcılığımı kullanmak, bir adım sonrasının bilinmezliğiyle heyecanlanmak istiyordum. Ve sonuç olarak galiba ben profesyonel olarak mutfakta olmak istiyordum!

Haziran ayıydı bunu anlayabildiğimde. Öncesinde çok fazla başka duraklarda dolaşmış ama bir türlü o iç huzuruna, "tamam, bu benim için doğru karar" hükmüne varamamıştım. Bir süre doktora yapmayı düşünmüş, ama doktora fikrinin kulağa fiyakalı gelişi kadar ruhuma gelmediğini anladığımda, anında vazgeçmiştim bu fikirden de. Uzunca bir süre ne yapmak üzere olacağını önemsemeden "buralardan gitmek istiyorum, yurt dışına gideceğim" fikrinin peşinde debelenmiş, ama sonuç olarak amaçsızlığın çukurundan çıkamadığım için o fikir de köksüz kalmıştı. Bana önce var olduğumu hissettirecek, mutluyum dedirtecek bir amaç lazımdı. Hayatımın bana yıllardır çok açık bir şekilde sunduğu şeyi anlamam, farkedip cesaretle söylemem için böylesi sıkıntılar yaşamam, başka yollara sapmam, aslında hiç olmadığım şeylerde kendimi aramam gerekti ilk zamanlarda. Ama sonunda kendi gerçeğimi anlayıp kararımı verdiğimde çok rahatlamış, mutlu ve huzurluydum.

Bazen bir şey doğruysa hayat, düzeninde hiç bir engelle karşılaşmadan ilerler, akar gider. Kararımı kendi kendime verip cesaretle yola koyulduğumda önüme pek çok engelin çıkabileceğini düşünmüştüm ve bu nedenle de her birine ne şekilde tepki geliştirebileceğimi bile hesaplamıştım. Ama ne ilginçtir ki hiç biriyle karşılaşmadım. Her şey su gibi aktı. Sanki bütün evren, bunca yıl sonra yolumu böylesi değiştirmek üzere aldığım kararı elbirliğiyle destekledi, onayladı, beni engelsiz bir şekilde yoluma sokuverdi.

Mutfak sanatlarıyla ilgilenmeye, bu konuda bir eğitim almaya karar verdiğimde hiç düşünmeden yolumu yurt dışına çevirdim. Nasıl bir önyargıysa Türkiye'de bu konuda yeterli bir eğitim alamacağımı düşündüm. İtalyancam olmamasına rağmen delicesine İtalya'ya gitme ve İtalyanca öğrenme isteğim nedeniyle İtalya'daki bütün mutfak sanatları okullarını araştırdım. Avustralya'ya, Amerika'ya, kıta Avrupa'sına kadar pek çok ülkenin eğitimlerini, koşullarını, maliyetlerini araştırdım, ufak çapta bir danışman bilgisine sahip oldum:) Ve bu arada İtalya Parma'daki en ünlü okullardan biri olan Alma, beni kendi ülkemdeki bir okulla tanıştırdı. Nasıl dolambaçlı bir yol izlemiş olduğum ve kendi ülkemdeki bir okulla kulağını tersten göstermeye çalışan biri misali yurt dışından bir okul sayesinde tanışmış olmam ayrı bir komedi tabi.

Uzun lafın kısası izlediğim bu dolambaçlı yol, sonunda beni Mutfak Sanatları Akademisi'yle tanıştırdı. Sayfalarını incelediğim ve tanıtım filmlerini izlediğim an, bir sonraki eğitim döneminde orda olacağımı biliyordum. Çok etkilenmiştim ilk anda bile. Sonraki gidişlerim, tanışma toplantıları, oryantasyonlar bu ilk hissiyatımı her defasında körükledi, zerre azaltmadı. Türkiye'de böyle profesyonel ve uluslararası diploma sahibi olabileceğin bir okulun olduğunu bilmemeyi kendi cahilliğim olarak mı görmeliyim bilemiyorum ama Mutfak Sanatları Akademisi'ne (MSA) her girişimde kendimi böylesine profesyonel bir yerde olmaktan ötürü müthiş gururlu hissediyorum.

Ve bugün... 20 Eylül 2010. 20 sayısı hayatımda önemli bir sayı oldu benim. Yıllar önce sıcak bir yaz ayının 20'sinde güzel bir başlangıca adım atmıştım ve ardından gelen yıllarım o başlangıcın bana getirdiği yüzlerce güzellikle dolu, mutlulukla geçti. Şimdi bu sefer en sevdiğim ayın yani Eylül'ün 20'sinde, muhtemelen bundan sonraki hayatımın merkezini oluşturacak bir işe, yeni bir başlangıca adım attım. Beklemekle geçen bunca ay boyunca çok heyecanlıydım, bugünü yaşadıktan sonra şimdi daha da çok heyecanlıyım. Çünkü okulun kapısından her girişimde kendimi olmak istediğim yerde hissediyorum ve bu müthiş bir duygu.

Bugün ilk ders, iki hafta boyunca sürecek teori dersleri için sıraya ilk oturuş, yıllar sonra tıpkı okulda olduğu gibi yeniden yoklama kağıdına imza atmak... Dün gece, aynı doğum gününü paylaştığım çok sevdiğim bir arkadaşım, hayatının bu yeni dönemi hayırlı olsun demek için telefon ettiğinde "kendimi yılları geri döndürmüş gibi hissediyorum" dedim. "Tekrar okula dönmek, öğrenci olmak, biraz şekil değiştirmiş olsa da yine formaların, önlüklerin, gerekli malzemelerin peşinden koşmak... Ben ileriye değil, geriye gidiyorum haberin olsun". Epeyce bir gülüştük bunun üzerine ama gerçekten öyle gibi sanki:)

Şimdi sekiz aylık bir eğitim dönemi var önümde ki bunun son 3,5 ayı staj olarak geçecek. Sonrasındaysa iki zorlu sınav...

Sabah okula giderken aylar evvel ayrıldığım işime giderken geçtiğim yollardan geçtim yeniden. Aynı kaldırımlar, aynı cadde, insanlar belki birebirde ayrı ama yarattıkları kalabalık açısından aynı, aynı kafeler, aynı simit sarayı, aynı çorapçı... Peki ya ben? Ne beden olarak aynıydım o yolları yürüyen, ne ruh, ne de zihin olarak... "Ne çok şey değişti Zeren hayatında" cümlesini kurarken içimden, etrafımdaki aynılığa bakmak çok garipti.

Değişimler güzel ama bedelsiz olmuyor. Benim de bedellerim oldu, hala da var. Böylesine radikal bir yol değişikliğinin maddi manevi zorlukları, gerçekleşmesini çok istediğim bazı isteklerimi bir kez daha ertelemek zorunda kalmam vs pek çok şey söylenebilir ama şunu çok iyi anladım ki gerçekten içinize sinirek seçilmiş bir yolsa gidilen her şeye katlanılabiliyor.

Artık bir MSA öğrencisiyim. Hayatımın bu çok önemli başlangıcının ilk gününde yazmak istedim bu yazıyı. İleride dönüp baktığımda yazının başlığında 20 Eylül 2010 tarihini görmek ve bu başlangıcı yeniden hissetmek için... İçimde aylar boyu sürekli artan bu heyecanı çok sevdim ben:) Heyecanlarımız hiç bitmesin!

15 Eylül 2010 Çarşamba

Salamura tamamlandı!

Kış hazırlıkları sadece mutfakta olmaz. Bünyelerin de kışa hazırlanmaları gerek bence. Salamuraya yatmak, bolca tuz ve sirkeye basmak, biraz şeker katıp reçel kıvamında uzun uzun kaynatmak gerek ruhlarımızı, fazla geç kalmadan, kış soğuk rüzgarlarıyla kapımızı çalmadan. Mutfağımızın bereketini kış için arttırmak adına her ne yapıyorsak kendimizden de esirgememeliyiz bu ilgiyi, bereketi.

Eskiden bu işi çok başarıyla yapardım ben. Okul yılları henüz hayatımdan çıkmamış, iş hayatının o morfin etkisindeki hay huyuna kendimi kaptırmamışken her yaz Burhaniye Ören'deki yazlığımızda müthiş bir kışa hazırlık seramonisi gerçekleştirirdim.

Sitenin ortasında bir ucu denize bağlanan doğal bir gölet vardır ki kenarına konmuş banklarda oturup tam karşıda Kaz Dağları'nın ardından batan güneşi izlemek, insana cennet varsa eğer kesinlikle böyle bir yer olmalı dedirtecek denli olağanüstüdür. Yazlarımı rahat rahat o cennet mekanlarda geçirebildiğim yıllar tam güneşin batışına yakın banklardan birinin üzerine tüner ve kendime şöyle derdim:

"Bu anların tadını, zevkini, huzurunu, güzelliğini iyice kazı içine Zeren. Doldur tüm ruhunu. Doldur ki kışın her ihtiyacın olduğunda bu anları hatırlayıp kendini iyi hissedesin; içinden çıkarıp çıkarıp üzerine gelen stres toplarını patlatmak için kullanabilesin!"

Ve gerçekten işe yarardı. Ne zaman başım sıkışsa, o anlarda doğayla ve sükunetle çevrili o duru halimi hatırlar sakinleşirdim.

Sonra sonra bunu yapabilmek için illa da güzel bir manzaraya gerek olmadığının farkına vardım. Anladım ki, o yıllarda o bankın üzerinde oturup kendi kendime kalmak bir meditasyon etkisi yarattığı için bana fazlasıyla iyi geliyordu. Aslında kendini dinleme haline geçip dürbünü içine döndürebildiğin her yerde benzer şeyleri hissedip kendini yenilemen, ruhunu arındırman, yıkanıp ak pak olman mümkün olabiliyordu.

Yaz başından beri, yani anlayacağınız yaklaşık üç ay gibi uzunca bir süredir kendimi salamuraya yatırmış bekliyorum. Sadece kışa değil aslında, yeni bir döneme hazırlıyorum kendimi. Dönem elde olmadan sonbahara/kışa denk geldiği için kış hazırlığı gibi oldu bendeki demlenmeler. Hayat önüme gelen noktada kulağıma en çok şu sözcüğü fısıldadı: CESARET! Cesaretli kararlar, cesaretli seçimler, cesaretli bir ben...

Gerçekten en zoru o cesaretli kararları almaktı. İşini, yıllarca eğitimini aldığın alanları, hayatını temellendirdiğin tüm kavramları, yaşamının işleyiş ritmini değiştirip yepyeni, bambaşka şeylere yönelmek... Haziran başıydı bu kararları verip direksiyonumu kırıyorum dediğim zaman. Gerçekten en zoru o ana kadar olanıymış ki, kararımı verip kendimden emin olduktan sonra müthiş bir rahatlama yaşadım. Çünkü ne olmak istediğimi, beni heyecanlandıran şeyi bulmuş, evet bu diyebilmiştim.

Sonrasındaysa biraz dinlenmek, hazır olmak, mutfak tabirlerine geri dönersek salamuraya yatmak, uzun uzun kaynayıp reçel olmak gerekiyordu. Bekleme sürecimi tamamladım. Pazartesi salamuranın kapağı açılıyor. Sofraya gelmek üzere yola koyuluyorum. Heyecanlıyım, hem de çok.

Ey blog, bundan sonra birlikte ne maceralara daha çıkacağız kimbilir, biliyorum sen de benim kadar heyecanlısın:)

13 Eylül 2010 Pazartesi

Çekik gözlü ruhum...

Sene 2004. Yılın en sevdiğim dönemlerinden Nisan ayı... İstanbul, yirmi küsür yıldır her bahar olduğu gibi bir film festivaline daha ev sahipliği yapıyor. İstanbul Film Festivali kendimi bildim bileli beni en çok heyecanlandıran programıyla önümde keşfedilmeyi bekliyor. 24 yaşında bir ben... Heyecanlıyım... Sinema sevdası son iki üç yıldır damarlarımda şiddetlenerek akan bir tutku olarak giderek büyüyor, alevleniyor. Biraz da bunun aşkıyla festivalin önüme sunacaklarına müthiş bir açlıkla bakıyorum.

O yıllarda içimde giderek büyüdüğünü farkettiğim bir aşk daha var. Uzakdoğu kültürüne dair ciddi bir merak ve ilgi besliyorum. Henüz daha çok bilincinde değilim gerçi o zamanlar. Arada sırada elime tesadüf eseri geliveren bir kitap ya da filmle tanışıyorum bu merakımla ama her yeni kitap ve film bu merak tohumlarımı besleyen bereketli bir su misali suladıkça suluyor ilgimi. Ve İstanbul Film Festivali'nde tam da o yıl bu merakımı körükleyecek bir bölüm var: Güney Kore Sineması!

Tam hatırlamamakla birlikte sanıyorum on civarında film vardı o bölümde ve ben yarısından fazlasına bilet almıştım festival henüz daha başlamadan. Sonrasında izleyip aşkına kapıldıkça bilet almadıklarıma da almış, hepsini izlemiştim. Ne filmlerle tanıştım o yıl; nasıl kendimden geçtim, mest oldum, sinemanın keyfini doruklarda yaşadım. Boş Ev, İhtiyar Delikanlı gibi Güney Kore sinemasının dünyada fırtınalar estirmiş kültleriyle o sene tanıştım. Boş Ev'in sonunda ilk kez bir sinema filminin finalinde tüm salonun birden alkış koparmasına tanık oldum. Tiyatroda mıydık? Hayır! Alkışladığımız insanlar bizi duyuyor, görüyor muydu? Hayır! Ama izlediğimizden hepimiz aynı anda o kadar etkilenmiştik ki, bütün bunları düşünmüyor, alkışlayarak beğenimizi belirtiyorduk işte!

Sonra İhtiyar Delikanlı... Nasıl da tokat gibi bir filmdi. Filmin sonunda nefessiz kaldığımı, koltuğa çivilendiğimi hatırlıyorum. Hayatımda izlediğim en sarsıcı ve kurgusu en muhteşem filmlerden biriydi ki şu an Güney Kore sineması dendiğinde en çok tavsiye edilen filmlerden biridir ama söylemesi benden, fazla sarsıcıdır ve izlemesi kolay bir film değildir. Ama kendinize güveniyorsanız da kaçırmayın o ayrı.

O yıl Güney Kore sinemasının büyüsüne öylesine kaptırmıştım ki kendimi, durumu abartıp bu sevimli çekik gözlü insanlar gibi yaşamaya başlamıştım neredeyse:) Film çıkışlarında İstiklal'de kendimi Japon ya da Çin restoranlarına atıyor; biraz evvel izlediğim filmde ne yenip içildiyse menüden mümkün olduğunca onlara benzer yiyecekler seçmeye çalışıyor; ilk kez yeşil çayla tanışma şerefine erişiyordum mesela. O kadar abartmıştım durumu anlayacağınız:) Ama ruhuma inanılmaz iyi gelen, içimdeki sinema tutkusunu müthiş besleyen bir dönem olmuştu. Hatta o tarihten iki yıl sonra başlayacak sinema editörlüğümün tohumlarının bile o yıl atıldığını düşünürüm. Zehir kanıma girmişti bir kere:)

Bütün bunları niye mi anlattım? Son zamanlarda yine o güzel ülkeden çıkan olağanüstü bir film izledim de ondan. Uzakdoğu sinemasına bu ilgim özellikle 2004'ten bu yana hep devam etti ama özellikle Güney Kore'den çıkan yapımları kaçırmamaya özen gösterdim. Her filmi istisnasız sevdiğimi söyleyemem. Arada kesinlikle beğenmediğim, kendime uygun bulmadığım filmler de oldu. Ama itiraf etmeliyim ki her sene en azından bir iki filmle bile olsa sinemaya doyurmayı kesinlikle başardılar beni.


Bahsettiğim son filmin adı ise Yepyeni Bir Hayat (A Brand New Life). Bundan yaklaşık bir ay kadar önce vizyondaydı. Film aynı zamanda 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin Genç Ustalar bölümünde de gösterildi. Gerçekten İstanbul Film Festivali'nin seçici kadrosuna teşekkürü bir borç bilmek gerek. Bu filmleri seçmeleri sayesinde birkaç dağıtım şirketinin de dikkatlerini çekerek filmlerin festival sonrasında vizyona girmesi de mümkün olabiliyor.

Filmin afişinin üzerinde "Hiç gelmeyecek birini bekleyen küçük bir kızın öyküsü" yazıyor. Evet, bu film kendisini yetimhaneye bırakarak terkeden babasını bekleyen ufacık bir kız çocuğunun öyküsü. Hayatta en çok sevdiği, birlikte çok keyifli vakit geçirdiği ve en çok güvendiği babasının anlamlandıramadığı bu darbesine alışmaya çalışan, ilk başlarda fazlasıyla bocalayan, sonrasında çevresindeki insanların doğal bir şekilde akan yaşamlarına çaresizce adapte olan ama hayatta vereceği sınavlar kesinlikle daha bitmemiş olan bir kız çocuğunun öyküsü...

Hayata çocuk gözüyle bakabilmek müthiş bir ayrıcalık... İnsan yaş aldıkça bu yetisini her geçen gün biraz daha kaybediyor. Ama işte böyle filmler sayesinde biraz olsun 'çocuk ruh halleri'mizden gidenleri hatırlamaya ve biraz olsun elimizde tutmaya çalışabiliyoruz. Minik Jinhee'nin hikayesini izlerken kendi içimdeki Jinheeleri düşündüm örneğin. O kadar çok vardılar ki... Ben kimse tarafından terkedilmemiştim ama onun bazı durumlarda içine düştüğü ruh halleri ve verdiği tepkiler bana da hiç uzak değildi.

Filmin Güney Koreli yönetmeni de zamanında böylesi bir yetimhanede yaşamış ve bu yetimhaneden Fransız bir aile tarafından evlatlık alınarak sonrasında Paris'e taşınmış. Bu filmin de kendi hayatından izler taşıdığını söylüyor zaten. Ama sakın konusuna bakıp da filmin ajitasyonla dolu olduğunu sanmayın. Uzakdoğulular'ın hayata bakış açılarında yok öyle bir kavram. O nedenle en acıklı olabilecek konular bile hayranlık uyandırıcı bir durulukla seriliveriyor karşınıza.

Filmin minik oyuncusuna tek laf etmeden bitiremem bu yazıyı. Ben seni çok sevdim Jinhee. Sen nasıl bir oyuncu olmuşsun öyle ki hayranlıkla izledim, ya da yok, bence sen direk öyle doğmuşsun:)

11 Eylül 2010 Cumartesi

Sonbaharda bir 'Sessiz Düğün'

Bir film izledim bugün. Bu yazıdan dört saat önce. Sanki üzerime ışıltılı bir peri değneyi deydi ve ben bitiş anından beri başka bir duruşla, başka bir gülümsemeyle, başka bir ruh haliyle dolaşıyorum.

Romanya semalarından gelmiş, tütsü dumanıyla buram buram portakal çiçeği kokan odama konuk olmuş bir grup Romen köylüsünün düğününe davetliydim bugün. Ama pek alışıldık bir düğün değildi bu. Adı üzerinde Sessiz bir Düğün'dü (Silent Wedding). Düğünün sessizliğini bozan tek şeyse benim kahkahalarımdı:)

Geçen gün Kadıköy Çarşısı'nda film aldığım minik dükkanın rafları arasında tırtıklanırken bir yandan da kendi kendime söyleniyordum neden bu kadar ne istediğimi bilmediğime ve her filme aç kurtlar gibi saldırdığıma dair. En sonunda dükkan sahibi arkadaşlardan birinin halime acıyıp(!) duruma müdahale etmesiyle kararsızlık bulutundan sıyrılıverdim. Silent Wedding (Nunta Muta) adlı bir filme gidiverdi eli hemen. "Bir dönem tüm arkadaşlara bu filmi öneriyorduk, izlemediysen muhakkak izlemeni tavsiye ederim, çok keyifli ama bir o kadar da vurucu bir film" dedi. "Tamam" dedim. Balkan sineması mı? Çok severim. Romenler mi? Onları daha da çok severim:)

Hava serin, dışarda deli bir rüzgar... Bir yanda pembe battaniyem, bir yanda yeni çekilmiş kahve kokusuna karışan portakal çiçeği kokusu, bundan âla film izlemek için ortam mı olur diyerekten kuruluverdim koltuğuma. Sonbahar sonbahar diye sayıklarken tam da bu anları beklemiyor muydum ben?:)

1953 yılında bir Romen köyü. Birbirlerine en gizli sırlarını söylerken bile sessiz konuşmayı beceremeyen, her daim heyecanlı, kıpır kıpır, daima dansla ve müzikle dopdolu, saçsaça başbaşa kavga ederken bir anda gülüşüp koklaşmaya başlayan deli dolu bir halk Romen halkı. Öyle güzel sahneler ve diyaloglarla anlatılmış ki bu halleri, izlerken yüzüme yerleşen gülümseme hala duruyor yerinde:)


Köyün en deli fişek birbirine aşık iki genci evlenmeye karar verip müthiş bir hevesle düğünü hazırlamaya başlıyorlar. Kazan kazan yemekler pişiriliyor, hamurlar yoğuruluyor, dolmalar sarılıyor, köyün orta yerine kocaman upuzun bir masa kuruluyor. Düğün için her şey bu kadar hazırken ne yazık ki gençlerin tahmin edemedikleri bir gerçek vardır ki evlenmek için sistemin tek hakimi Komünist Parti'nin tanrısı Stalin'in öldüğü günü seçmişlerdir. Böylesi bir yas(!) gününde değil evlenmek, eğlenceye dair en ufak bir sırıtış bile vatan hainliği kabul edilmektedir. Bundan sonrasına dair pek bir şey söylemek istemem, filmi izlemek isteyenlere saygısızlık olmasın ama sonraki sahnelerde o kadar eğlendim, o kadar güldüm ki, mizahla sistem eleştirisi nasıl yapılır Silent Wedding gerçekten buna çok başarılı bir örnek.

Komünist sistemin yarattığı baskılar kadar sonrasında gelen kapitalizmin de insanların üzerinden nasıl vahşice geçtiğini çok başarılı bir şekilde anlatıyor film. Tek adam diktatörlükleri gidiyor ama yerine paranın hakimiyetinde çokuluslu diktatörlükler geliyor. Her ikisinin de ortak noktası, gücü olmayanı ezmek üzerine kurulu...

Geçmişin acılarının, bugünün insanları için nasıl da eğlenilecek birer malzeme olduğunun da acıklı sahneleriyle dolu filmin başı ve sonu. Mizah, içinde kahkaha kadar hüzün de barındıran bir şey olduğu içindir ki, film ikisi arasındaki gidiş gelişlerle yüzünüze aynı anda bir gülümseme, bir de minik bir gözyaşı kondurabiliyor. Tıpkı hayatın kendisi gibi...

Şimdi ilk işim Kadıköy'e gittiğimde bana bu filmi tavsiye eden arkadaşa koca bir teşekkür hediye etmek olacak:) Sayesinde koca bir günün yarısını keyifle ama bir o kadar da düşünerek geçirdim. Kesinlikle tavsiye ederim. Belki sonra siz de bana bir teşekkür hediye edersiniz:)

8 Eylül 2010 Çarşamba

"Bir kemik aynı yerden iki defa kırılmaz"

"...Bir gün kaldığın yerden başlayacaksın
Biri seni bulacak!
Önce korkacaksın eski acılara yakalanmaktan
Biraz ürkeceksin!
Ne kadar dirensen de nafile...
İnsansın sonuçta,
seveceksin...
Eski acılara bakıp da küsme sevdalara
Gâvura kızıp da oruç bozulmaz.
Sök at kafandan acabaları...
Bir kemik aynı yerden iki defa kırılmaz..."

Can Yücel'in muhteşem şiiri...

"Bu şiiri, kimbilir niye, kimbilir ne zaman, kimbilir nerede yazıp koymuşum bu kitabın içine... Bugün, tam da şimdi bulmak için olmalı... Mutlaka..." diye yazmışın Sevgili Mehtap. Ben sana bir neden daha söyliyeyim. Hayatımın bu döneminde sen ne yaptığının hiç farkında olmasan da, satırlarınla hatırıma getirip bana unutmamam gereken bir gerçeği Can Yücelce bir kelimeler mucizesiyle yüzüme vurmak için...

Son iki buçuk yıllık hayatımın neredeyse tüm ritmini tutan bu sayfalara bu şiirin de muhakkak girmesi gerektiğini hissettim. Ondan yazıyorum bu satırları. Tüm keyiflerimin, acılarımın, mutluluklarımın, hüzünlerimin, kazançlarımın, kayıplarımın, sevinçlerimin, gözyaşlarımın anlık izdüşümleriyle dolu bu satırlar... Geri dönüp okudukça nasıl da hüzünleniyor ama bir yandan da nasıl da keyifleniyorum. Hep isteyip de tutamadığım bir günlüğün parçası gibi her yazı...

İşte Can Yücel'in, benim asla anlatmayı beceremeyeceğim çarpıcılıktaki bu şiiri de bugünümün tarihine bir not olsun! Kimbilir aylar, yıllar sonra hangi gün, hangi duygularla dönüp yeniden okuyacağım, o an neler hissedeceğim, nerede ve kimlerle olacağım?

Kimbilir...

4 Eylül 2010 Cumartesi

Uykusuza Masallar*

Uykum kaçtığında başucumda bana masal okuyacak birine şiddetle ihtiyaç duyuyorum bazen. Gerçek üstü şeylere inanma katsayım geceleri arttığından mı desem, gözlerimi kapamaya çalışırken hayalgücümün çalışmasını sevdiğimden mi bilmem, oldum olası masal dinleyerek uyumayı sevmişimdir. Belli bir yaştan sonra bu talebimi gerçekleştirecek birini bulmak pek kolay olmadığından kendi kendime yapar dururum bu işi. Tek bir satır olsun okumadan uykuya daldığım geceler gerçekten çok azdır bu nedenle. Her seferinde masal olmasa da edebiyat adına yazılmış tüm satırlar masal kıvamını bulur, başını yastığa koymuş bir ben için. Kitabın yazarı masalcım olur, ben de o masalın içinde kaybolmak için yanıp tutuşan meraklı bir velet...

Sonsuzluk İçin Yedi Gün'ü okuyorum bu aralar. İlk kez Marc Levy'nin satırları ve hayalgücüyle tanışıyorum. O da bir masalcı, aslında belki bütün edebiyatçılar gibi. Ama kurmayı, kurgulamayı, gerçeklerin biraz olsun üzerine çıkabilmeyi, sınırları zorlamayı, alışılageleni absürdle sarsabilmeyi seven anlatıcalardan. O yüzden de masala ve masalcılara biraz daha yakın.

Dün Eylül ayının ilk uykusuz geçen gecesiydi. Gece 3'e doğru uyandım ve anladım ki bir iki dönüş hamlesiyle öyle kolay uyuyamayacağım "hadi" dedim Marc Levy'e "hadi bakalım, başla Tanrı'yla Şeytan'ın ezeli savaşını anlatmaya, başla onların yeryüzüne gönderdiği melek ve iblisin engel olamadıkları aşklarına".

Masalların cazibesine kapılıp bir türlü uyumak bilmediğinden annesini deliye çeviren çocuklardan farkım yoktu pek dün gece. Levy anlattı ben dinledim, ne zaman ki saat 5'i gösteriyordu ancak o zaman dalmışım yeniden.

Tanrı ve Şeytan aralarında ezelden beri devam eden güç mücadelesini sonlandırmak için bir anlaşma yaparlar. Her ikisi de en güvendikleri temsilcilerini yeryüzüne gönderecek ve yedi gün boyunca birbirlerine karşı bir mücadele vereceklerdir. Tanrı'nın temsilcisi meleğin yaptığı iyilikler, Şeytan'ın temsilcisi iblisin yaptığı kötülüklerden fazla olursa dünya sonsuza dek Tanrı'nın kontrolünde olacaktır. Tersi olursa da Şeytan'ın... Buraya kadar bile romanın konusu son derece çarpıcıyken asıl can alıcı nokta bundan sonrasında başlıyor. Peki ya melek ve iblis yeryüzünde karşılaşır ve birbirlerine aşık olurlarsa?

Aşk bu... Hangi alana sızar, hangi boşluğu bulursa çarpılma etkisi yaratır. Direksiyon ters dönebilir; gökyüzü yere, yeryüzü gökyüzüne çıkabilir; görüyorken kör, körken görüyor olunabilir. Aşk bu...

Masalın sonunu çok merak ediyorum. Şu an saat 01.36 ve ben masalıma kaldığım yerden devam etmek üzere artık uyumaya gidiyorum:)

Ama yine son söz kitabın girişindeki o harika alıntıdan olsun:

"Tesadüf, Tanrı'nın fark edilmeden geçip gitmek için büründüğü biçimdir." Jean Cocteau

---------------------------------------------------------

*Uykusuza Masallar, Feridun Düzağaç'ın albümlerinden birinin adıdır.